27 Nisan 2009 Pazartesi

Rüya için ağıt/Caruso eşliğinde



1990'lı yılların başında TRT1 de bir dizi seyretmiştim.Sophia Loren'in başrolü oynadığı dizi Baba romanının ünlü yazarı Mario Puzo'nun bir romanından uyarlamaydı. Mama Lucia adındaki Sophia Loren hala şimdiki kadar genç ve güzeldi.20.yüzyılın başında İtalya'nın Napoli kentinden ailesiyle birlikte gemiyle Amerika'ya göç eden bir kadını canlandırıyordu.1950'lerden beri sinema hayatının içinde olan 'İl Divo Mamma' lakaplı Sophia Loren dizide Pavarotti'nin 'Caruso' şarkısı eşliğinde Amerika'ya göç eden ailelerinin yeni hayata uyum sağlama sürecinde yaşadıklarını muhteşem oyunuyla sergiliyordu.Yeni umutlar,yeni bir hayat,yeni bir ülke.Göç çok farklı bir olgu insan hayatında;umuda yolculuk ve geldiğin yeri özlem,kültürel şoklar,dağılan aileler ve ailelerini bir arada tutmaya çalışan kadınlar. Bu olguya biz Türkler yabancı değiliz.2 milyonu aşkın insanın yaşadığı Avrupa'ya göç eden Türkler'in de buna benzer bir sürü hikayesi var ve var olmaya devam ediyor.Orada olan insanlar ve kalanlar ,özlem ve yabancılık duygusu içersinde verilen hayat kavgası.2.kuşağın yaşadığı kültürel şoklar.
Bir İtalyan arkadaşım İstanbul'u görünce ne kadar çok Napoli'ye benziyor demişti;karma karışık,bitişik binalar,fakirlik ve zenginlik.En ünlü yazarlar,sanatçılar,tenorlar hep Napoli'den çıkar çünkü hayatı Napoli'de iliklerine kadar hissedersin.Tabi ki ölümü de.Ölüm duygusunu Napoli mafyasını anlatan 'Gomorra' filmini seyrettikten sonra daha iyi anladım,yaşamın kardeşi olan ölümü.Sokaklarında çocukların top oynadığı,pervazlarını çiçeklerin bezediği pencerelerden gelen Pavarotti'nin muhteşem aryalarının tınılarını,annelerin örtüleri silkelediği,babaların her akşam eve sarhoş döndüğü o şehri.Sokaklarında korkunun hüküm sürdüğü,ölümün bir mermi çekirdeği kadar yakın olduğu şehir.İstanbul'da bugün bir çatışmada yoldan geçerken öldürülen adamı düşündüm,kim olduğunu nereye gittiğini bilmediğim adamı.Napoli İstanbul fazla farklı değillerdi gerçekten.

Toscana'nın ünlü şaraplarından söyledik bir cafede masa birden kalabalıklaştı.Tanıdığım yüzlerdi bunlar resimlerini görmüş filmlerini izlemiştim,akşama beraber gidecektik tenorları dinlemeye,hafif şişman olanının yüzü çok beyazdı hemen tanıdım bu Enrico Caruso'ydu muhteşem tenor,denize bakarken pudralı yüzü bir ışık oluşturuyordu sanki gökyüzünde,yanımda başka bir diva hemde bizden bir diva Leyla Gencer,o kadar güzeldi ki,İstanbul diyorum bana bakıyor bu bir rüya biliyormusun diyor İstanbul gibi müzik gibi bir rüya,bitme diyorum rüyaya.Verdi'nin operasına gideceğiz Va pansiero Sol'ali dorato (git düşünce altın kanatlar üstünde git).Pavarotti sakallarını ovuşturuyor,nefes hiç bitmez diyor bu dünyada da öteki dünyada da çünkü nefesi veren yaradan,sadece şu ahmak vücudu alıyor nefesi nefesimiz olduğu için bize bırakıyor;o nefes ,o muhteşem ses akıp gidiyor azgın nehirlerin şarıltısında,hiç durmadan geçiyor ovaları,vadileri sana ulaşıyor uzaklarda.Uzaklardaki köprüde bekliyorsun beni,ses sana ulaşıyor ve ben ölülerle bitmeyecek rüyalarımı yaşarken gözlerinden süzülen bir yaş kadar hafifim şimdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder