1 Nisan 2014 Salı

'ÖNCE CANAN': Eskişehir’in en karakterli yapısı tren garının karşısındaydı ilkokulumuz.Müzik dersleri son saatler,lokomotiflerin makas değiştirme saatleri eşlik ederdi sınıf korosuna.’Yoldan geçen tunç yüzlü askerler’ diye başlayan marşın sınıf korosunca doğru seslendirimi aylarımızı almıştı.Hissedilir bir inat olmuştu sınıf için marşı düzgün söylemek ‘Olmadı’ sözü her çıktığında inadına daha gür sesle tekrar eder, her gür ses daha kötü söylememize sebep olurdu. Marşın devamını getiremiyorum ‘askerler’den sonra 'nınınılar' başlıyor.’Koro’ filmini seyrederken gözümde ilkokul anılarım canlandı. Ah Seyhan öğretmenim nasıl tokatlamıştın beni bir elin kulağımı çekerken,sen tokatlayınca daha fazla aşık olmuştum Canan’a.Canan şikayet etmişti, sözde onu takip etmişim evine kadar.Başka türlü nasıl öğrenebilirdim nerde oturduğunu? Alman aksanlı bozuk Türkçeli Canan…Melek kadar güzel Canan…O yaz babam Almanya’dan tatile gelmemişti,halbuki ne kadar çok istemiştim gelip bir yaz bana Almanca öğretmesini.’Ich Liebe Dich’ demeyi öğrenmek bile yeterdi.Canan beni yine şikayet ederdi ben yine tokat yerdim,bu sefer müdüre gider müdürün ağır elinden yerdim seri tokatları, güzel yazı defterini ben çaldım Canan,tüm sayfalarını yırtıp yırtıp Porsuk Nehrine bıraktım,gözlerimle aynı anda ıslandı tüm defterin.İlk şiirim Canan’dı,her gece rüyamda Orhan Veli şamarladı beni ,hırsız diye bağırıyordu.Canan ki gündüzleri gelse de geceleri hiç gelmiyordu. Şişman ve sakallı Fransız Georges Bizet şarkıyı doğru dürüst okumadığımız için bizi affetmeyeceğini söylüyordu,yoldan geçen tüm askerler tunç yüzlü değildi,80’li yıllarda başasker tüm ülkede sıkıyönetim ilan etmiş,hapishanelere tıktığı binlerce insana işkence yapıyordu,biz çok küçüktük duymuyorduk çığlıkları,bizim için tüm askerler tunç yüzlü ve vatanseverdi. Tren istasyonlarında hikaye yerine haşhaşlı çörek satılan bir ülkede yaşıyorduk.Hikayelerimiz yazılmasa da yaşanıyordu.Ahmet’i hatırladım ‘Tavuk Ahmet’ yumurta kokan,köyünden şehirdeki okula hergün kardeşiyle kilometrelerce yürüyerek gelen,her allahın günü fabrikaların köpeklerine karşı kızkardeşini koruyan O mert çocuk.’Tunç Yüzlü Askerler’ korosunun en kalın sesli arabulus çocuğu,Ahmet biz çocukken bir erkek olan Ahmet. Seni uzaktan görebilmek için kiremit fabrikalarını çevresinde ne kadar çok köpek kovaladı beni bir bilsen Canan.Ben de Ahmet kadar yürek yoktu bir daha geçemedim evinizin önünden. Canan’ın evinin önünden trenler geçerdi,o trenlerin kompartımanında domates ,peynir yiyen insanlar göçederken batıya sanki anlattıkları her hikayede Canan ve ben vardı.Bir kitap okuyup,hayatı değişen,meleğin yüzünü görebilmek için ülkeyi turlayan o çocuk bendim,devrilen her otobüsden çocukları cennete götüren melek sendin. Alman çantan sırtında kısa sarı saçların trenin rüzgarıyla karışırken trenin makasa değiştirme seanslarında saatlerce senle birlikte beklemek isterdim,zaman dursun isterdim,hat açıldığında arkandan yetişemezdim. Tunç yüzlü askerler nasıl der sonunu getiremezdim hala getiremiyorum,gezmediğim internet sitesi kalmadı şarkıyı söyleyen bir videoya rastlamadım. Tuna asi çocuk,fil hafızalı Tuna,Eurovision’da dinlediği tüm Fransızca şarkıları ertesi gün söylerdi,gamzeli Tuna,sahip olamadığım her şeyin sahibi,kıskançlığım Tuna… Yıllar sonra Tuna’nın okuduğu Galatasaray Lisesinin bahçesinde tek kelime Fransızca bilmeden Baudelaire’in ‘Le Fleur du mal’ adlı şiir kitabını okurken İstiklal Caddesi’nde Canan’ı gördüm sandım,koştum yetişmek istedim, yetişemedim,kayboluverdi kalabalığın arasında. Bazen Canan’ın hiç varolmadığını,80’li yılların ağırlığını üzerimizden atmak için ilahi bir güç tarafından gönderilen bir melek olduğunu inanmaya başlıyorum.Sanki hiç yaşanmamış gibi sahi hiç yaşanmamış gibi değil miydi hayat? Kayboluverdi güzel melek..

19 Ocak 2011 Çarşamba

BEYRUTH "DOĞU'NUN LİMANI"






Beşir'le Vals filminden sonra gitmek istediğim Doğu'nun Paris'i lakaplı şehre 1 saat 15 dk.süren uçak yolculuğundan sonra ayak bastım.Arap kökenli dedemin 1960'lı yıllarda Beyrut'da çektirdiği arka planında şehrin ışıltıları olan bir fotoğraftı imgelemimde bu şehir.1980'li yıllarda yaşadığı iç savaşda ajanların,silahlı örgütlerin sokaklarında tur attığı şehirdi.İçinden Amin Maalouf gibi bir yazar çıkarmış bir ülkenin başkenti Beyrut.Dağlardan kopup tüm dünyaya yayılan en güzel Akdeniz mutfağıydı bu şehir.Arapların en çoğa bölündüğü şehirdi.
Booking.com adlı siteden az yıldızlı, ucuz otel 'Ellyse Residence' şehrin en işlek bölgesi Hamra'da olduğundan uygun bir seçenekti.Sabah kahvaltısı şimdiye kadar yediğim en güzel kahvaltılardan biriydi.Süzme yoğurdun içine yerleştirilen zeytinyağının tadı lavaşa benzer ekmekle bandıra bandıra yemek çok leziz ve hafifdi.Zaten Arap mutfağının en Akdenizli olanı Lübnan mutfağı, insanların niye sağlıklı göründüklerine şaşmamak gerekiyor sabah akşam 'Fettuş'denen marul salatasından ve benzeri salatalardan yiyorlar.
Yağmurda şehir boşalıyor tüm şehir size ait oluyor.'Beyruth Soaks' adıyla yeni açılan alışveriş merkezi şehrin tam göbeğinde,içinde bulamayacağınız marka yok gibi birşey fakat fiyatlar Türkiye'den farklı değil.
Hariri Cami eski başkan Refik Hariri'nin öldürüldüğü yerde yapılmış mavi kubbeli caminin yanında eski bir kilise var,tadilatta.Arkasında ise Roma kalıntıları fakat kalıntılar sanki kaderine terk edilmiş bir görüntü oluşturuyor,müze değil,girişi çıkışı yok.Sadece uzaktan seyrediyorsunuz.
Hamra'daki Beyrut Amerikan Üniversitesi'nin içindeki arkeoloji müzesi görülmeye değer,üniversite girişinde pasaportları emanete bırakıp misafir kartı alıp müzeyi ücretsiz gezebiliyorsunuz.Müzede Lübnan'ın arkeolojik tarihini izliyorsunuz.Üniversitede Fransızca yerini İngilizce'ye bırakıyor,öğrenciler aksansız konuşmaya özen gösteriyor.
Hariri Cami hizasında şehrin elçilikler bölgesinde tesadüfen bulduğumuz La Tabkha Restaurant (www.tabkha.com) imaj olarak Fransız restaurantlarına benzese de yemekler Lübnan yemekleri fiyatlarıda çok cazip,ayrıca Lübnan'da sigara yasağı yok, yemek sonrası sigara içmek için yer aramanıza da gerek yok.Lübnan halkı zamanında birbirinden o kadar çok rahatsız olmuş ve faturasını ödemişki bu rahatsızlık kendini müthiş bir sabır ve anlayışa bırakmış.Amerikan Doları her yerde geçiyor parite 1 USD 1500 Lübnan Poundu.Hesaplar iki döviz cinsinden de geliyor.Fransızca ikinci dil ama garsonların çoğu İngilizce de biliyor.Fakat siz yinede ik üç kere tekrar edin yoksa bizim yaşadığımız gibi 2 saat yemek bekler sonra aşçı evine giderken yoluna bakarsınız.Lübnanlılarda da Akdeniz rahatlığı egemen.
Pigeon Island (güvercin adası ) şehrin sembolü ,karşısına geçip fotoğraf çektirmeden ayrılan Beyrut'a gidilmiş olunmuyor.Şehirde ulaşım yasal veya korsan taksilerle yapılıyor.Korsan taksicilik hiç yadırganmıyor,yepyeni jeepler veya lüks markalı araçlar bile korsan taksicilik yapıyor.Vergi çok düşük olduğundan dolayı heryerde lüks araç görmeniz mümkün hatta eski araç yok denecek kadar az.
Sahilde akşamları romlu kahve satan seyyar kahveci Abu Muhammed'den Akdeniz güneşi doğunun limanından batarken kahve içip,Beyrut ve Arap dünyası hakkında Muhammed'den politik ders alabilirsiniz.Çok sıcak kanlı bir adam Muhammed,eski sarı bir mercedesi var İlyas Salman'ı andırıyor.Havalimanına sizi çok ucuza götürebilir.
Şehrin sokaklarında dış cephesi Fransız taşından yapılmış eski binalar Akdeniz mimarisinin en güzel örneklerinden.Şehirde muazzam bir yeniden yapılanma mevcut heryer inşaat alanı sanki.Aralarda kurşun ve top delikleri olan eski binalar bu ülkede yaşanan vahşetin canlı tanıkları.
Harisa ve Baalbak gidilmesi görülmesi gereken yerler.Baalbak ünlü Bekaa vadisinde eski Roma şehriHarisa ise sahil köyü teleferikle çıkılıyor dağın tepesinde bir kilise var,gidenler hacı oluyor.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Beşir'le Vals eşliğinde İsrail'in katliamları







2008 yılı Oscar adayı animasyon filmi Beşir'le Vals,İsrail'li yönetmen Ari Folman tarafından kendi hayatının bir bölümünü anlattığı büyüklere yönelik bir çzigi film.Hangi bölümü? filmin kahramanının da hatırlamadığı ki filmin kahramanı Ari Folman'dan başkası değil, bir bölüm:İsrail'in Beyrut'u işgali ve akabinde Hristiyan Faranjistlere destek verdiği Sabra ve Şatilla katliamları.Faranjistler Filistinli 1000'e aşkın insanı çoğuda çocuk,yaşlı ve kadını Lübnan'daki kamplarda katlediyorlar.Halen bitkisel hayatta yaşayan o dönemin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron'un bu katliama destek verdiği filmde güzel bir şekilde anlatılmaktadır.
Dönemsel hafızası kaybeden ,işgalin içinde yer almış asker Ari,hafızasına yeniden kavuşabilmek için İsrail'in Beyrut'u işgali sırasında birlikte görev yaptığı silah arkadaşları eşliğinde olayları hatırlarken bir tarafdan da psikiyatrist arkadaşının psikiyatrik analizleriyle dönemsel hafıza kaybının neden olduğunu öğrenmeye çalışmaktadır.Hafıza geçirilen ağır travma karşısında savunma mekanizması kurarak yaşanılan olumsuzlukları unutmakta ve olayların içinden insanı çekmekte ,olaylar hatırlansa bile insanın olayların dışında bir izleyici gibi kendisini hissetmesine yol açmaktadır.Ari olayları hatırlarken bizde katliamı ve işgali seyretmekte,İsrail'in günahsız insanlara yapılan katliamdaki payını seyretmekteyiz.
Nazilerden öğrendiği soykırımı ve katliamı Araplara uygulayan İsrail 60 yılı aşkın süredir Ortadoğu'da arkasına aldığı Yahudi diasporasının da desteğiyle terör yaratmaktadır.Araplardan sonra şimdi de Mavi Marmara baskınıyla karşısına Türkleri alarak cephesini genişletmektedir.Nostradamus kehanetlerini doğrulamak istercesine Ortadoğu'da savaş başlatma gayreti içersindedir.
Halkla ilişkiler konusunda uzman olan yahudi diasporası her yıl ele geçirdikleri sinema ve medya sektörünün gücüyle Yahudi soykırımını taze tutmaya çalışmakta,her yıl bir filmle soykırımı dünyaya hatırlatmaya çalışmakta, mağdur bir ırk olduğunu dünyaya unutturmamaya çalışmaktadır.
İsrail ultra ortodoks yahudilerin dediği gibi zamanından önce kurulduğu için mi yoksa yaptığı katliamlar sebebiyle mi ortadan kalkacaktır işte merak edilen soruda budur.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Dünyada en son görmek istediğiniz?



Akyuvarların sonuna kadara alkole bulaştığı anda yatakta yatmış gece 24 sonrası aptal tv programlarına zapping yaparken bir anda evet nabzın korkunç atıyor , sanki sınırdasın sanki biraz sonra bir kalp atışı diğer tarafa geçeceksin fakat bu dünyadan giderken görmek istediğin son şey ne olacak diye düşündüm.Gerçekten son şey ne olacaktı burdan giderken iyi kötü 30-40 sene geçirmiştik burda.Gerçi, zaman denen şey göreceli bir şeydi 30-40 sene kime veya neye göre ? Son görmek istediğim şey:Aptal bir show programının bir o kadar aptal ama akıllı olduğunu sanan showmaninin suratı mı ? Hayır,peki yine aptal bir Amerikan tv dizisinin sözde kahramanının yaptığı alengirli oyunlar neticesi aldığı surat şekli mi? Hayır.Görmek istediğimiz gerçekten nedir? Son dakikamızda,son saniyemizde bu yerden göçerken bilinmedik diyarlara giderken neyi görmek isteriz? İşte bu alkollü kanımla oturup bunu yazmak istedim.Gerçekten hiç düşündünüz mü? bu dünyadan giderken en son neyi veya kimi veya ne herneyse görmek istediğinizi?
Tuna ile ilgili tüm komplekslerimi,kıskançlıklarımı,aptallıklarımı bir kenara bırakmışken ve kimin okuduğunu bile bilmediğim yazıları bir kenara bırakmışken bu dünyadan belki de birkaç saniye sonra gidecekken en son nasıl bir manzara: 'scene'' görmek istiyordum? Bu dünyada James Joyce'n Ulysees romanını bile okuyamamış ama Odyssey destanı ile ilgili bir sürü abuk subuk şeyler anlatmışken bir saat öncesine kadar,neyi bilmek veya neyi görmek istiyordum son saatlerimde? Ne aptal Yunan mitolojik kahramanlarının düzen dışı hayatları,ne de Coen Kardeşlerin benzeri filmleri çekiyordu artık beni.Gorge cllooney'i çoktan bırakmıştım Missisippi bataklıklarında.
Beni çağıran tek bir şey vardı:DOĞA.Evet hem de büyük harflerle DOĞA.James Cameron'un yarattığı sanal dünyadan daha gerçek mi bilmiyorum ama DOĞA hemde bana Pandora kadar uzak olmayan bir doğa.
Sonunda içimden yüksek sesle söyledim tüm duvarları yıkarcasına,tüm kapalı kapıları kırarcasına,tüm şiirleri beynimin kıvrımlarında unuturcasına,ağzımın kuruluğunu ıslatırcasına,alkolün esrikliğini idrarlarımdan sökercesine,en sonunda görmek istediğimi manzarayı buldum,bu bana yeter.Belki ölürken görmeyeceğim bir yer olsada hayalim orda olacak.
Marmaris'den Datça'ya giden yolda dağlar tepeler aşacaksın,aşağılara inmeye başladığında bir koy bulacaksın belki çadırlar kurulmuş olacak o koya ağaçlar arasında, belki mevsimler kovmuş olacak turistleri bir Allahın kulu olmayacak işte o ağaçların arasında durgun deniz ve ağaçlar:çam, ama bayağı uzun ,güneş çıktan çıkmış yola aydınlatmış açıkları,işte ben orayı görmek istiyorum son nefesimde,son manzaram o olsun istiyorum.Ya sizin son manzaranız???? Ey bilmediğim okuyucu bana son görmek istediğiniz manzarayı yazar mısınız????????

28 Ocak 2010 Perşembe

TUNA KİREMİTÇİ'Yİ ÖLDÜRMEK 'RÜYALARDA BİLE TUTUNAMAYANLAR'




1.bölümde Tuna'nın anca yanına gelmiştik,dizi kısa özeti verirsek sonunda Tuna'ya kitap imzalatmak için sıradaydım.Sıra bize geldiğinde Tuna beni tanımakla zorlanmadı
Memleket havaları yazdım dedi.Eski karısı yanındaydı,sonradan adının Yasemin olduğunu öğrendiğim karısının 60'lardan gelme Woodstock'dan çıkmış bir hali vardı her 60'lı yıllar karakteri gibi içten ve doğaldı .Tuna'nın aslında çok iyi bir kaleci olduğunu devam etseydi şimdi büyük bir klüpde oynayabileceğinden bahsettim,birde çizdiği rangers karakterlerden hepsi mükemmel çizimlerdi.Kalecilikteki başarısını biraz tuhaf karşıladı,ama çizim yeteneğinden sanki haberi varmış gibiydi yada kocasının ne kadar yetenekli olduğunu biliyordu da garipsemedi.Kitabı ki ilk kitabıydı bu kadar ilgi görüp Türkiye'de rekor baskıya ulaşacağını herhalde O da tahmin etmiyordu,kitabını imzalayarak bana verdi.Üzerine dost kaleciden memleket havaları gibisine benzer birşeyler yazdı ardından üzerinde çalıştığı reklam şirketinin logosu olan kartvizitini verdi ,görüşebilmek umuduyla ki bunun gerçekleşmeyeceğini ikimizde biliyorduk ayrıldık.Kuyruk uzuyordu,yanında yılların yazarı Nedim Gürsel ise sıkıntıdan bir şeyler okuyordu.Belki de henüz yazmadığı 'Allah'ın kızları'kitabını kurguluyordu yada genç yazarın başarısını kıskanıyordu.Her yazar okunmak için yazar,okunduğunu bilmek sevindirir yazarı, kibirli yazarlar vardır ya ben kendim için yazıyorum diyen kesinlikle yalandır söyledikleri,kimse kendisi için yazmaz.
Eve giden yolda,arabada,akşam yediğim yemekte,içtiğim sigarada bir şekilde o muzip, yıllar geçsede değişmeyen yüzü,belirgin gamzesi karşımda bir varoluş çabası veriyordu,yoksa benim yokoluş çabam onun varoluş çabasına mı dönüşüyordu bilmiyorum.Bir bankada çalışıyor sevmediğim bir işi yapıyordum,mecburdum kıramadığım hayat prangası ayaklarıma sımsıkı bağlanmıştı.O ise benim hayallerimin tümüne kavuşmuş ve gizli gizli benden imzaladığı her kitabın karesi kadar intikam alıyordu.Yüzüme bakarken sanki 'bak ben burdayım ya sen ? diyordu.Ben Galatasaray'da okudum,ardından üniversitede sinema televizyon bölümünü bitirdim bir müzik grubum var,işte ben buyum ya sen diyordu.
Manhattan'da sefil bir şekilde mücadele veren Woody Allen filmlerindeki Allah ile sürekli hesaplaşan Yahudilerden miydim? yoksa 'John Malkovich Olmak' filmindeki başrol karakteri miydim? Kanalizasyon borusundan kayıp düştüğümde Tuna Kiremitçi olacaktım.

Korteksim o gece gündüz yaşadığım yoğun düşünceleri rüyama aktarmıştı.Oscar törenleri düzenleniyordu,bende çektiğim bir filmle yabancı dil dalında aday olmuştum,büyük bir sinema salonunda oturmuş kalabalığa bakıyordum.'And Oscar goes to' dediklerinde Tuna,yanında bir sürü kişiyle birlikte podyuma çıkmış Fransızca konuşmaya başlamıştı,yanında Candan Erçetin vardı.Film yabancı dilde aday gösterilmişti. Candan Erçetin birden Fransızca şarkı söylemeye başladı,Edith Piaf'ın bir şarkısıydı.Tuna ve ekibi ödül alıp podyumdan ayrılmalarına rağmen Candan şarkı söylemeye devam ediyordu.Ben çektiğim ve sözde aday olduğum filmin adını bile hatırlayamıyordum.Yanıma birden Jack Nicholson oturdu ,kaşlarını oynatarak,ahbap şarkı güzel boşver gel seni Los Angeles Lakers'ın maçına götüreyim bak Tuna basket oynayamıyor sen iyi bir basket oyuncusuydun,belki filmin adını hatırlarsın ayrıca artık bir önemi de yok ödülü alamadın,ben çok aldım evde öylece duruyor fazla bir önemi yok diyordu.Jack'in yanımda olmasının verdiği mutluluk, adını bile hatırlamayadığım filmimin bunca elemeden geçip aday olmasından sonra ödülü alamamasının verdiği mutsuzluğa karışıyordu.Rüyanın devamının nerde bittiğini korteksimin bildiğine emin değilim.

27 Ocak 2010 Çarşamba

The+Hurt+Locker+-+Trailer+%2F+Bande-Annonce+%232+HD+%5BV

HURT LOCKER 'BURAYA BİZİ KİM GÖNDERDİ İKİYÜZLÜĞÜ'



Avatar'ın yönetmeni James Cameron'un eski eşi Kathryn Bigelow'un yönetmenliğini yaptığı ,senaryosunun ise 'In the valley of Elah' filminin de senaryosunu yazan Mark Boal'ın yaptığı film Hurt Locker,ölümcül tuzak diye çevrilmiş.Biz 'Acı Veren Kilit' de diyebiliriz.Biz nerden geldik bu boktan yere söylemi eski bir söylem değil.40-50 yıl öncesinde Vietnam'da da aynı soruyu soran rangerslar,delta force'lar,squad timler.marinesler vardı.O kadar Vietnam filmi,gösteriler,savaş karşıtlığı ,doğum günü 4 temmuz'lar hepsi boşmuş dedirtiyor.Demek ki Amerika durmayacak, bugün Irak,Afganistan;yarın İran,Haiti bilmem daha nereler.Bu film Oscar almaz,niye almaz? Teknik mükemmel,bakış tam Akademinin sevdiği cinsden,savaş gerilimi müthiş verilmiş,hele bir sniper sahnesi varki insan kendini bilgisayar oyununda zannediyor.Niye çünkü Obama geldi,ben burdan çıkacağım dedi.Obama demokrat,Akademi demokrat,Obamacı.Şimdi durup dururken niye bu filme ödül versinler.Oylarını verdiler sorunu Obama'ya yıktılar ona inanıyorlar.Nede olsa Nobel barış ödülü bile var bu adamın.Sonunda barış olacak...
Belki 2 sene önce çekilmiş olsaydı muhtemelen Bush karşıtı Akademi bu filmi tek geçerdi.Ama şimdi zor,hele karşısında deli bütçeli Avatar gibi bir film varsa iş daha zorlaşıyor.
Film 3 kişilik bomba imha ekibinin Irak'da başından geçenleri anlatıyor.Gerilim düzeyi mükemmel verilmiş.Filmin sorunları yok değil bence en büyük sorunu başı buyruk bomba imhacısı kahramanımızın duygusal davranışları,talimatlar haricinde Rambovari hareket etmesi ve bu davranışlarının cezasız ve uyarısız kalması.En önemli sorunlu noktalardan birisi de kurtarma ekibinin hiç yardım talebinde bulunmaması ,başlarına gelen sorunları hep kendileri çözüyorlar.Zannedersin ekipmanları yok,adam Irak'dan Amerika'daki karısını bile arayabiliyor uydu telefonuyla fakat yardım istemeye gelince kahramanlık anlatılacak ya kahramanlarımızın sniperlığını göreceğiz ya yardım yok.Bu film biz neden burdayız derken bir tarafdan da kovboyların adrenalin sevdasından vazgeçemediklerini göstererek ikiyüzlü Amerikan bakışını ortaya koyuyor.İşin en tuhaf yanıda sen Lost'daki Kate'i bırak git elin Arabının koyduğu bombalarla uğraş.Kate'in sahnesi çok az onun için Kate'i özleyenlerin umudu başka bahara kalacak.
Filmi seyretmek zaman kaybı değil kesinlikle ama bıktım bu zırvalardan diyorsanız başka.Bu film kesinlikle bir Apocalypse Now değil yanından bile geçmiyor bu arada.


Filmin linkleri

http://hotfile.com/dl/20832873/07675fe/Olu...part01.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832886/ece76d3/Olu...part02.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832868/9938767/Olu...part03.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832879/5c8a8d0/Olu...part04.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832882/294750c/Olu...part05.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832878/3a714c0/Olu...part06.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832885/b988448/Olu...part07.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832876/a75b21f/Olu...part08.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832884/3d7c6c4/Olu...part09.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832871/edbd064/Olu...part10.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832872/accbb5d/Olu...part11.rar.html
http://hotfile.com/dl/20832874/8caab24/Olu...part12.rar.html