22 Aralık 2009 Salı

TUNA KİREMİTÇİ'Yİ ÖLDÜRMEK 1


SÜREKLİ REVİZE EDİLEN BİR ROMAN TASLAĞI:TUNA KİREMİTÇİ'Yİ ÖLDÜRMEK

Aylardır bu romanı yazıyorum paralel evrenlerde,çoğu fizikçi buna inanıyor,bu ne? Paralel evrenler teorisi.Nasıl bir şey ? Şöyle anlatayım:Gece yataktasın,yıllar önce onu kitap fuarında ilk çıkan, çok satan kitabına imza verdiği hatta senin kitabına da imza attığı o günden beri Tuna Kiremitçi'yi öldürmek adında bir roman yazmak istiyorsun,bunun için kişisel çok sebebin var,yaşadıklarınız bir roman kahramanın yaşayabileceği şeyler kadar sanal hem o kadar da gerçek.Ama sonunda uyumayı tercih ediyor ,göz kapaklarınız düşüncelerinizi alıyor beyniniz birtakım hormonlar salgılıyor ve uyku denen yarı ölü hale sokuveriyor sizi.Kalkıp yazamıyorsunuz tek bir kelime bile.Ama düşüncelerinizde bir evren yarattınız,zihninizde yataktan kalkıp başladınız yazmaya:Bir roman taslağı'Tuna Kiremitçi'yi öldürmek'.İşte yarattığınız bu evren mevcut yaşadığınız gerçek evrene benzeyen bir evren:Paralel bir evren.
Bazen bir insanla tanışırsınız sanki daha önceden tanımış hissi verir size,evet aslında siz o kimseyle paralel evrenlerde tanışmıştınız.
Sudaki yuvarlak kabarcıklar gibi ya patlıyor ya genişliyerek büyüyor.Schrödinger'in kedisi gibi kutunun içinde hem ölü hem diri.Çünkü kutudaki mekanizma aktifleştirildiğinde kedi ölebilir,pasif kalarak kediyi yaşatabilir de aynı zamanda.İşte bende bu paralel evrenin Stephen Hawking'in 4 boyutlu branları gibi üst üste gelmesinden yorulduğum için yazıyorum belkide.Görülmeyeni görünen yapmak tüm derdim.Okunabilen birşey yapmaya çalışıyorum harflerle.Hasan Ali Toptaş'ın 'Gölgesizler' romanındaki kahramanlar gibi hem varım hem yokum bu evrende.Bu romanda belki hiç olmayabilir diye taslak yazıyorum.
Birkaç yıldır çatımıza tüneyen baykuşun çıkardığı ürpertici ses eşliğinde gecenin bir vakti yazmaya başladım bu taslağı.Taslak bittikten sonra bu romanı yazar mıyım? ,yazabilir miyim?.Bilmiyorum.
Baykuşun ses aralıkları bir sarkaç aralığında uzamaya başlıyor,biliyorum sonunda susar,susacak.
Ben bu romanı niye yazmalıyım diye soruyorum kendime.İşte sorular.
-Tuna kiremitçi kim?Niye onu öldürmek istiyorum?
Sirkeci'den aldığım tütünü seriyorum makinaya,sararken bu tütün buraya gelinceye kadar tarladan çarşıya kimlerin elinden geçti diye düşünüyorum.Tarladaki kadının nasırlı elleri,güneşden bronzlaşmış teni,tüccarın para sayan kalın parmaklı elleri ve tütünü şehre taşıyan kamyoncunun kederli yüzü geliyor aklıma.Kederli yüzlerin bendeki izdüşümü:Orhan Pamuk'un Kara Kitap romanındaki gizemli saatçinin yüzü.Elleri,parmakları,yüzleri düşünürken yarattığım evren kadar doğrusal düzlükte hareketsiz, ama var.Vitrin mankenlerini yıllardır mahzenlerde biriktiren Mankenci Usta kadar var,tren istasyonlarında simit poğaça yerine kağıtlara yazdıkları hikayeleri satanlar kadar yoklar.
Sorularıma cevaplara geçerken sardığım sigaradan bir nefes alıyorum ,çatı katında gaz odası adını verdiğimiz oda çok soğuk,ellerimi lap top bilgisayarın sıcaklığında ısıtıyorum.Odanın köşesinde yazın pazardan kışın yemek üzere aldığımız ürünleri sakladığımız deep freeze aniden çalışmaya başlıyor.Çalışma sesi saatlerce rötar yaptıktan sonra kalkan trenlerin çıkardığı sese benziyor,tek farkı düdük yerine su sesi geliyor bir yerlerinden.
Tuna kiremitçi, ülkenin genç önemli yazarlarından, yayınlanmış kitapları var ,bir gazetede köşe yazarı aynı zamanda sinemalarda oynayan bir filmin yönetmeni.TV'deki son röpörtajında kendisinin artık yönetmen olarak anılmasını istediğini ve sinema alanında eserler vereceğini söyledi.Tuna benim ilkokul arkadaşım,okulun en zeki yaramaz oğlanı,yapılan futbol maçlarının en cengaver kalecisi,müthiş bir çizer,ders esnasında çizdiği kovboy,rangers karikatürleri yüzünden defalarca öğretmen tarafından cezalandırılmış çocuk deha.Çocuk psikologlarınca hiperaktif tabir edilen cinsden.Bense onun arkasından gelen ama ona hiç yetişemeyeceği daha o zaman belli olan öğrencilerden.Mozart'ı kıskanan Salieri gibiyim.Şimdi ise bir yitik.Yitik kelimesi yerine 'loser' yazmak isterdim fakat Türkçe değil. loser'ı 'kaybeden' diye tercüme etsek bu kelimeninde sanki ifade gücü yok gibi geliyor bana.Yitik evet tam bir yitik.Üniversite mezunu birkaç dil bilen yaşı 40 lara daynamış işsiz yitik bir adam.
Niye Tuna Kiremitçi'yi öldürmek istediğim şimdi çıktı sanırsam ortaya :
İnsanların bu evrende varolduğundan beri varolan en kutsal duygu 'kıskançlık'.
Karşımda oturmuş yıllar sonra ilk çıkan kitabını imzalıyordu,uzun kuyruklar oluşmuştu daha dünkü yazardı ama benim diyen yazarlarda böyle kuyruk yoktu.Ben hep yazar olmak istemiştim.İki üç metre karşısında yanımda küçük kızım elimi tutmuş, öylece ona bakıyordum,evlenmiş,çocuklarım olmuştu orta düzeyde bir bankada yöneticiydim.İşimi sevmiyordum,hiçbir zaman bankacı memur olmak istememiştim.İçimdeki yaratıcı zeka körelmişti yıllar önce.
Bertrand Russell insan üç kere ölür demiş:evlenince,memur olunca,nefesini verince.Benim ölmeme az kalmıştı bu durumda.Ama O, o kadar canlıydı ki sanki burdaki insanların hepsinin hayallerini,yaratıcılıklarını,azıcıkda olsa zekalarını mıknatıs gibi kendine çekmişti.Çocukken de öyle değilmiydi zaten tüm sınıf sanki onun etrafında dönüyor onun dehasını izliyordu.Sıraya girip girmeme konusunda tereddütte kaldım.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Şizofren dehalar:'The Soloist'




Shine filminde Rahmaninof üzerinde çalışırken sınırı aşıp deliliğe terfi eden Geofrey Rush'ı bu filmde 'Ray' filminde oscar heykelciliğini evine götüren siyah aktör Jamie Foxx olarak izliyoruz.'Akıl Oyunları' filmiyle yabancı olmadığımız şizofren dehalar LA Times mmuhabiri Steve Lopez'in gerçek hayattan alınma romanı 'The Soloist'in de konusunu oluşturmakta.Küçük yaşlardan beri çello çalan siyah çocuk,yeteneği sayesinde prestijli bir müzik akdemisine kabul edilir,fakat çok geçmeden bir konser sırasında sınırı aşıverir,kendini sokaklarda evsizler arasında bulan Beethoven aşığı müzik dehası, şizofreninin verdiği rahatlıkla sokaklarda yaşamaya başlar.Gelgitler arasında yaşamın kıyısında melekler şehrinin tünellerinde 2 telli kemanıyla solo konser verirken farelere, hikaye avına çıkan yazarımıza rastlar.Hikayeyi beğenen bir okurun hediyesi çelloyla ustası olduğu müzik aletine dönüş yapan dahimiz,sığınma evine terfi eder.Dehası kabul gören çelliste solo bir konser hazırlanır ,fakat geller git olduğunda konser başlamadan biter.
Steve Lopez'i canlandıran Robert Downey JR.bence oyunculuk hayatının en güzel rolünü oynamış,Jamie Foxx için güzel oynamış diyemeyeceğim maalesef,belki Ray'deki rolünün üzerine çıkamadığı için bendeki beklentiyi karşılamadı.
90.000 evsizin yaşadığı dünyanın en gelişmiş modern şehri Los Angeles bize tutunmaya çalışsada ben tutmak istemiyorum herhangi bir köşesinden.Bu filmden sonra seyretmek istediğim Michael Moore'un belgeseli Kapitalism:Bir Aşk Hikayesi sadece.
Hayat bizi bir kenarlarından alıp çamurlu diğer tarafa götürürken ,Tanrı hepimizi topladığı oyunbahçesinde rol dağıtımı yaparken,rolleri kabul etmeyenleri kutsuyorum.Belkide cennetin bahçesi aklın ötesine geçmekte,bahçenin anahtarını arıyoruz yanlış yerlerde,halbuki anahtar elimizde.Simurg Kuşlarının aradığı Kaf Dağı hemen yamacımızda.

28 Eylül 2009 Pazartesi

KIRIK KUCAKLAŞMALAR 'LOS ABRAZOS ROTOS'




İspanyolların en has yönetmeni Pedro Almadovar'ın son filmi 'Kırık Kucaklaşmalar' 2006 yılında çektiği 'Dönüş' filminden sonra az bilinen 'La concejala antropófaga' filminden sonraki filmi.Penelope'siz olmaz diyen yönetmen son 3 filminde de Penelope'siz gerçekten olamamış.Penelope tüm güzelliğiyle filmde soyunsada baksak dedirten oyuncusu,hatun geçen sene Barcelona filmindeki kötü İngilizcesi ile Oscar alan bilinen en şöhretli İspanyol oyuncu ünvanını da koruyor.Bize bu kadar güzel gözüken hatunu Bask-İspanyol arkadaşım Pablo Martin hiç beğenmiyor O daha çok Scarlet'i seviyor,Penelope'den İspnaya'da çok diyor,fazlası gelsin zararı olmaz Türkiye için tanıtım sağlar dedim.Kardeşi geliyor arada sizde Onla idare edin dedi.Haksız değil.

Bunca Penelope lakırdısından sonra gelelim filme, bu film bence bu sene En iyi yabancı film adayları arasında yer alır ,niye diye soracaksınız filmde Akademiyi çekebilecekler listesi hazırladım.İşte bazı maddeler.

-Pedro Alamadovar'ı Akademi seviyor,2002 yılında 'Konuş onunla' adlı filmiyle zaten Oscar verildi ünlü yönetmene
-Penelope zaten Amerikan erkekleri için harika bir latin hatun.Akademide'de erkek egemenliği mevcut.
-Filmin konusu:Aşk,filmin konusu:Filmini bitiremeyen bir yönetmenin filmini bitirmesi ve son söylem:'hiçbir film yarım kalmamalı' Akademi sırf replik için bile bir Oscarcık heykeli verir bu filme.
-Sıradışı mekan:İspanya'da doğal traverten benzeri taşlardan oluşan deniz kenarı bir yer varki taşların görüntüsü mükemmel bir doğa görüntüsü veriyor filme.
-Filmin içinde 2 ayrı film var:biri yapımcısı tarafından kıskançlık sebebiyle kötü şekliyle montaj yapılıp piyasaya sürülen film,diğeri yapımcının gay oğlunun çektiği film içinde alevlenen yönetmen -oyuncu aşkının sessiz filmi.Sessiz filme yapımcı adına çalışan dudak okuyucusu ses veriyor.

Daha ne sayayım yetmez mi?

Filmin kurgusu mükemmel,Almadovarvari klişelerde bu kurgu içinde yer alıyor.Hangi klişeler derseniz:gayriresmi baba-oğul-anne kümesi dışında yer alan bir sevgili ve kıskançlık.Hani nerde birde gay derseniz O da kamerasıyla filmin içindeki filmi çeken bir gay kameraman.Sonunda o da film yönetmeninin biyografisini belgesel olarak çekip bitiriyor .Kırık kucaklaşmalar yerine hangi ad uygun olabilirdi filme herkes kendi karar verebilir filmi seyrettikten sonra ama ben 'Parçalanmış Resimler' diye adı tercih ederdim.Aşkın parçalanmış resimlerinin puzzle çözme edasıyla tekrar toplanması sinemanın aslına yani resme döndüğünü ve resimler birleşince filmin bittiğini bize ne güzel anlatıyor söze gerek kalmadan.
Filmin içindeki filmin director's cut denilen yeniden gözden geçirilmiş,kayıp sahnelerin eklendiği son sahneleri biraz uzun tutulup bizi baysada Almadovarseverler bu filmi kaçırmaz,sever diye düşünüyorum.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

ÖLMEDEN ÖNCE:HOPA VE BRUGES















Ölmeden önce ziyaret edilmesi gereken yerler diye bir seyahat kitabı vardı diye hatırlıyorum.'Sonbahar' ve 'In Bruges' filmlerini izledikten sonra diyebilirimki ölmeden önce ya Belçika'nın ortaçağdan kalma ,kanallarla çevrili gotik kenti Bruges 'da veya Yusuf'un memleketi Artvin Hopa'da ölmeden bulunmak lazım.Mümkünse eğer illa öleceksek de bu şehirlerde ölelim.İki kahraman var birisi Yusuf yıllarca hapis yatmış ,gençliği hapishanelerde geçmiş,sonunda ölümcül hastalığa yakalandığı için tahliye edilerek evine gönderilen Yusuf.Diğeri Ray bir kiralık katil kazara çocuk öldürmüş ve bu yüzden katil patronu tarafından arkadaşına öldürtürülmeden Bruges'da tatile gönderilen intihar meyillisi Ray.
Sonbahar o kadar güzel vuruyorki Yusuf'un yayla evinin penceresinin karanlığından ,güneş tüm yaylayı sarıya boyuyor,yaylalar Yusuf'un kalan hayatının son durağı,yaylalar iniveriyor patika yoldan köy minibüsüyle bir bakıyorsun deniz çarşaf gibi olmuş,olmaz diyorsun burası Karadeniz.Dalgalar geliyor adamlar boyu Yusuf'un dalgalı saçlarını ıslatıyor,bulutlar kararıyor,yağmur yüzüne vuruyor Yusuf'un o temiz güzel yüzüne,Yusuf bir derviş edasıyla duruyor dalgalara karşı ,tamamen ıslak tamamen yapayalnız.
Ray Bruges'dan nefret ediyor sıkıcı buluyor nerdeyse tüm argolar Bruges'la başlıyor Bruges'la bitiyor .Ray bir çocuk katili bunun yüzünden olsa gerek Vietnamlıları severken Amerikalılardan nefret ediyor.Cücelerin intihar meyilli olduğunu bir yerlerde okuduğundan olsa gerek, sempati duyuyor cücelere her ne kadar tanıştığı cüce Amerikalı ve ırkçı olsada.Yeni bir hayat var mümkün mü Ray için Bruges'da?
Bir tarafda kanallar arasında sıkışmış gotik şehir Bruges ve etrafa yayılan klasik müzik bir tarafda hemşince laz müziği.Daim Yusuf Orti şarkısı eşliğinde Yusuf'un cenazesi,bir tarafdan Ray'in kurşun dolu bedenini götüren ambulans sesiyle bitiyor son saniyeler.Ve bize kalan tek soru: gerçekten ölüm var mı?Varsa ölmeden önce nerde ölmeye gitmeli?

2 Ağustos 2009 Pazar

Kalkan Patara:Gerçek Akdeniz Tatili









Bu yaz her yaz gibi devremülk kiralama yoluyla tatile gitmeye karar verdik,hem 15 gün ucuz tatil yapabilmek hem 5 yıldızlı otellerin sınırsız yeme,içme,aptal animasyon ve aktivite saçmalıklarını yaşamayacağınız bir ortamda saatlere takılmadan askeri kamp düzeni değilde özgür bir kamp havasına girebildiğiniz için seviyorum devremülkleri.Kalkan Patara'daki Clup Patara'da böyle bir devremülk;dağın yamacında Türkiye'nin en güzel koyunda ,çevreye zarar vermeden yapılan taraçalı evler ,bazıları küçük 1+1, bazıları villa boyutunda olan evlerde ikamet ediyorsunuz,karşınızda Kalkan koyu ,çiçekler,ağaçlar manzarayı engelleyebilsede yaydıkları çiçek kokusu harika.Burası uluslararası mimari ödülü almış bir yerleşke.4-5 metreyi bulan derinlikteki denizde balıklarla yüzebiliyor,havuz kenarında Norah Jones veya Frank Sinatra dinleyebiliyorsunuz.İngilizler ağırlıkta turist grubu,doğal güzellik ve sessiz bir tatil ortamı olduğu için holigan kılıklı İngilizler yerine daha mütevazi Jane Austen romanlarından fırlamış muhafazakar,Yorkshire İngilizcesi konuşan İngiliz aileleri var.Çocuklarınızın İngilizce pratik yapması için biraz sizin Akdeniz sıcaklığı göstermeniz gerekiyor haliyle bunlar İngiliz.Kalkan bozulmayan doğası ile de mükemmel yalnız taş ve kayalara dikkat etmiz gerekebilir her ne kadar ilaçlama yapılsada kaldığımız süre içersinde sundurmaya gelen davetsiz misafir akrep,kuyruğu dikleştirip kaçmasıyla beraber kendi korkusunu bize bıraktı.Kuyruğuna bir terlik darbesi alan akrebin kurumuş bedenini ise ertesi gün olay mahallinden fazla uzak olmayan bir yerde bulduk.Eşini o akşam bekledik ama gelen giden olmadı bir doğa efsanesiymiş meğer dedik.Telefonda olayı anlattığım annem ise 'artık eşler eskisi gibi değil diyerek bize biraz olsun moral verdi.2 günde bir evimizin temizlenmesi ,çarşafların değişmesi diğer çoğu devremülk sistemiyle çalışan yerlerde yok veya bu kadar sık değil,o bakımdan bir not vermem gerekse 10 üzerinden burası 8'i hak eder Club Patara.2 puanı geç gelen deniz servisinden (merdivenler dik olduğu için denize servis aracıyla iniyorsunuz) ve voleybol sahasında kaybolup da yerine gelmeyen topdan kırabilirim ancak.Tatil anlayışınız yılın yorgunluğunu şımararak atmak değilse burası size göre olabilir.Devremülk kiralamak çok basit ilanlara bakmanız yeterli sonra da parayı ödedikten sonra tesisi arayıp teyitleşiyorsunuz oldu bitti.
Kalkan'daki tekne turlarına da katılabilirsiniz kişi başı 35 TL olan turlara sabahdan çıkılıyor;Ziyaret edilen yerler:Yılan adası,Fare adası ve Çamur banyosu yapılan adını şimid hatırlayamadığım koya uğranılıyor, yemek müesseseden genelde belık veya tavuk yanında salata ve içecek.Çocuklara indirim yok Sahil Güvenlik bu konuda çık sıkı davranıyormuş kontrol ediyorlarmış fazla kişi varsa ceza yazdıkları için riski almıyor tekneciler.
Kalkan'ın merkezi Kaş'a benziyor ama sokakları biraz daha dik.Dükkanlar arasında cam işçiliği yapan dükkan favorimizdi.Fiyatlandırmalar çeşitli.Kalkan Koyu mavi bayraklı ve Türkiye'nin en güzel koylarından biri tatil için mükemmel bir alternatif.Tavsiye ederim.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Frozen River

Frozen River
ultimteam tarafından gönderilen video

Frozen River filminin fragmanı

Frozen River :Donuk ırmakda insan kaçakçılığı

ABD'nin yayınladığı insan kaçakçılığı raporuna göre dünyada 800.000 insan fuhuş veya angarya sebebiyle gelişmiş ülkelere kaçıyor ,kaçırılıyorlar.İnsan kaçakçılığında kadınların payı %80 civarında ,kadınlar fuhuş alanında zorla çalıştırmak için kaçırılıyorlar genellikle.Karşımızda Oscar adayı bir film var:'Frozen River',Türkçe çevirisiyle 'Donmuş Irmak' film insan kaçakçılığı konusuna kahramanların bireysel ihtiyaçları çerçevesinde değinmiş,insan kaçakçılığı filmde kahramanların yapmak zorunda oldukları bir işmiş gibi gösterilmekte,olayın angarya boyutuna değinilmiyor hatta ne güzel bak insanlar sıcak bir yuva buldular diye sevinesiniz geliyor.Filmin asıl kahramanı kocası tarafından terk edilmiş Amerika'nın kuzey sınırında yaşayan maddi sorunlar çeken,mobil bir ev alabilmek için para biriktirmeye çalışan ve kısıtlı imkanlarıyla biriktiremeyen orta yaşlı iki çocuklu bir kadın.Diğer kahraman çocuğu elinden kabile kararıyla alınmış Mohawk rezervasyon bölgesinde yaşayan kızılderili genç bir kadın.Rezervasyon bölgesi ilginç biryer bu bölgenin ayrı bir statüsü var polis zorlayıcı bir durum olmadığı sürece giremiyor ve ordakiler kendi kabile kanunları çerçevesinde yönetiliyorlar.Kızılderili kadının sicili insan kaçakçılığından bozuk,bir iki kere yakalanmış ,bagajı büyük arabalar tercihi iki insanın rahatça girebildiği araba bagajında bu işi yapıyor,derdi para biriktirip çocuğunu geri almak.Beyaz bir kadının arabasında bu işin daha kolay yüreyeceği kesin ve kaçakçılık başlıyor, ta ki çekirge birgün zıplamıyor ve nehirde yakalanıyorlar fakat yakalandıkları bölge Mohawk rezervasyon bölgesi ve kızılderili kabile kanunları yürürlükte,filmden elde ettiklerimiz:Kızılderiler Amerika'nın onları sürdüğü kimsenin de pek yaşamadığı yerlerde zorunlu ikamet ediyorlar ve insan kaçakçılığında Amerika'nın diğer ülkeleri ne kadar suçlasa da bu işde kendinin de gevşek davrandığı belli oluyor.
Donuk nehir 3.dünya ülke insanlarının umuda koştukları bir köprü fakat bu köprünün diğer tarafında yaşayanlarda hayatlarından pek memnun değiller.
Biz Türkler'de yıllarca Avrupa'ya benzer yolculuklar yaptık belki de hala yapıyoruz;sevdiklerimizi ,evimizi arkada bırakarak kaçıyoruz umuda yolculuğa.
Frozen River gerilim düzeyi çok iyi ayarlanmış güzel bir film,soğuk havası bana Fargo'yu hatırlattı ama ordaki salak Amerikalı'larla burdakilerin arasında en az 50 IQ luk fark var.

3 Haziran 2009 Çarşamba

1984

Güneşin en tepede olduğu öğlen saatinde bir polis karakolundan dışarıya bakıyorum.Dışarda kimse yok sadece yanyana gelişigüzel dizilmiş kiminin sıvası çatlamış,kiminin boyası dökülmeye başlamış bir iki katlı bahçeli evler var.Büyük bir sessizlik hakim sanki herkes siesta yapıyor dışarısının aksine karakol karmakarışık.
Bir tarafda parmak izi kuyrukları devlet artık her vatandaşı daha kolay tanısın diye yapılan yeni uygulama,vatandaşların suç işleme özgürlükleri de yavaş yavaş ellerinden alınıyor.Sanki George Orwell'in 1984 romanı gecikmeli de olsa gerçekleşmeye başlıyor,'Büyük Birader' TV'den bağırarak muhaliflerini yeterince susturamadığından dert yanıyor.Herşeyi diğerleri gibi millete havale ediyor,millet ya parmak izi veriyor yada öğle uykusunda mahallenin sessizliği içersinde.Ey millet eldivenlerinizi takın ve öğle uykusu için yatacak yer bulun demek geliyor içimden.Nasılsa işinizde yok,halbuki 1984 romanında herkesin saçma da olsa bir işi vardı.George Orwell romanda komünist dünya eleştirisi yapmıştı fakat komünizm kendini küresel liberal sermayeye bıraktı ve bu kış ve bir dahaki kışlar bizim köye gelmeyeceği kesin.Şu işler bitse de bende öğle uykusuna dalsam diye düşünüyorum beni bu düşünceye sevk eden tembelliğim veya sıcaklık değil,sadece o mahalledeki evlerin beni çeken ıssız boşluğu.Uyku sanki tamamlayacak bu boşluğu,görmeyi umduğum tüm rüyalarda bir yerlerden düşeceğim ve canım hiç acımayacak bunu biliyorum.
Kamera başında tüm şehri izleyen memurlar acaba birgün gelecek Hurufi mi olacak?Hergün her saat baktıkları yüzlerin anlamını öğrenecekler belki de ve herkesi yaftalayacaklar bu suçlu,bu masum ve Steven Spielberg'in 'Azınlık Raporu'filmindeki su içinde yaşayan gizemli medyumlara benzer bu memurlar bize geleceği dar edecek.Tüm polisler Kara Kitap'ı okuyacak ve İstanbul sokaklarında yeniçerilerin hayaletleri dolaşacak polis kılıklarında.İzlenme rekorları kıracak programlar yapacak televizyon kanalları.İktidar daha fazla gücünü gösterirken etkin gücüyle bireyin özgürleşme süreci otorite aygıtları tarafından sekteye uğramaya başlamıştır,bunda en büyük etken liberal ekonomilerin yarattığı daha fazla muhafazarlaşma eğilimidir.Dünya özgür bir dünyadan totaliter liberalizme doğru yol almaktadır.Küresel sermaye özgür birey yerine hakları elinden alınmış düşük ücretli işçi ve zenginlik payını artıran burjuvazi istemektedir.Artan işsizlik sebebiyle yığınların baskı altında tutulması şiddetini artırarak devam edecektir.
Küresel krizin tetikleyicileri bütün dünyayı almak için birkaç kurum feda edebilirler,Asya'da sürecek egemenlikleri için gözden çıkarılan 3.000 kule çalışanı gibi örnekler bize kaz gelecek yerden tavuk esirgenmeyeceğini gösteriyor.Umutlarınızı yok edin çünkü artık dünya eskisi gibi hiçbir zaman olmayacak.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

No Country For Old Men trailer

No Country For Old Men trailer
taodan tarafından gönderilen video

Filmin fragmanı..

Soggy Bottom Boys - I Am A Man Of Constant Sorrow

Soggy Bottom Boys - I Am A Man Of Constant Sorrow
ziksoft tarafından gönderilen video

George Clooney den country ,oh brother where ar thou filminden

Big Lebowski - Trailer

Big Lebowski - Trailer
bebepanda tarafından gönderilen video

Karışan Lebowski ler başınıza dert olur.

BURN AFTER READING

BURN AFTER READING
studiocanal tarafından gönderilen video

Coen'lerin en son filminden

Coen Kardeşler 'Amerikan aptalı'

Fargo adında Amerika'nın kuzeyde karlarla kaplı uç kasabasında yaşanılan en aptal,en soysuz adam kaçırma eyleminden yıllar geçtikten ve aptal faillerin yakalarını sonunda ele vermelerinden ise bir hayli geçtikten sonra tanıdık Mr.Lebowski'yi tipik bir Amerikan işsizi ve çevresinde yaşanılan tuhaf illegal işler filmin sonuna kadar bu aptallık acaba daha nereye kadar gidecek derken Lebowski'nin bowling topu kadar babutlara yakın tutmuştu kamera bizi.Bir anda güneyde bir hapishaneden kaçan George Clooney ve adamları ki hepsi has adamlar Ulysees efsanesinden kaçar gibi sağa sola koşuyorlar ve country müziğinin kralını seslendiriyorlardı ,bir arayış öyküsüydü bu film.Kaçaklar hep birlikte ordan oraya savrulurken tanıdık psikopat Javier Bardem'i parasını alıp kaçan ama bir o kadarda aptallığından mı yoksa katil ruhundan mı bilinmez cinayet mekanına ikinci kez gelmenin azizliğini yaşıyordu beleşden bir bavul para bulan kahramanımız,hele bir hidrojen makinası vardı ki filmde anahtar yerine kapıları bu makina ile açmaya çalışanların evleri yok olabilirdi.
Yaptıkları tüm filmlerde Amerika'nın aslında bir aptallar ülkesi olduğunu bize gösteren bu dahi kardeşler aslında insanın bu evren içinde ne kadar yalnız ve aptal olduğunu ,çok bilmiş gözükenlerin bile zaman zaman nasıl aptalca hatalar yaptıklarını bize gösteriyordu.Kardeşlerin kara mizahı bizi şok ediyordu,evet evren içinde yalnız olan insan bir umut içindeydi fakat bu umut katlanarak artan hatalarla birlikte yok oluyordu.
Sadece Amerikalılara özel değildi aptallık,insanoğlunun;elindekinin kıymetini bilmeyen vahşi yaratılışlı insanoğlunun hırslarıydı bir bakıma.Hep daha fazlasını istiyor hep daha fazlasını tüketerek yaşamak istiyorduk,doğadaki en vahşi hayvan olan insan aslında sonunu da kendi eliyle hazırlıyordu.Ne bir deccale ,ne bir mesihe ihtiyaç vardı kıyamet için.Sonsuz olmayan kaynakları yok ederek sahte mutluluklar yaşayan insan için evrim süreci bitmiyor belki yeni başlıyordu.

28 Nisan 2009 Salı

Ederlezi Avela - Time of the Gypsies - Goran Bregovic

Ederlezi Avela - Time of the Gypsies - Goran Bregovic
kalisteras tarafından gönderilen video

çingenelr zamanından bir bölüm ederlezi eşliğinde

Bubamara - Goran Bregovic

Bubamara - Goran Bregovic
KARODIMITROV tarafından gönderilen video

Kara kedi beyaz kedi filminden bubamara eşliğinde görsel şölen

Fantastik Balkan Cangılı











Balkanların altın çocuğu lakaplı sinemacı Emir Kusturica'nın o yarattığı fantastik cangılı özlemeye başladık.Bu ormanın yaratıcısı Kusturica çoktandır gezmiyor Saraybosna çevresinde anlaşılan,dinlemiyor çingene müziklerini,bozuk olduğunu biliyoruz arasının Goran Bregovich ile ama hiç olmazsa No smoking orkestrasını alsa da şöyle tekrar çıksa Balkanlara diyorum.Bizde özlemimize tekrar kavuşsak.Çingeneler zamanının Ferhan'ının eline verse horozunu,içip içip şarkılar söylese bize Ferhan.Annesi peşinde koştursa aşkının peşinden.Ve şarkı başlasa Ederlezi Ederlezi.Bir baksak dağ tepe koştursa,önde mucit mühendis yanında eski karısı ,köprüde bıraktığı dünya güzeli sevgilisi,futbolcu oğlu,bir de dağ köyünün oduncusu yanında çoktan ölmüş eşeği.Birden bombalar uçuşsa ama kimse ölmese ve birden ortaya Yeraltından çıksa Marco ve Blacky yanlarında güzel Natalja hep birlikte silahlar eşliğinde Mesecina Mesecina Yo Yo söylerken dans etseler.Aşkı Jasna'nın peşinden gitse Tsana,tuhaf arabalar çıkacak karşımıza biliyorum mühendisin tasarladığı yada bir araba tren.Silah tüccarları,aşklarının peşinde koşan saf ve güçsüz çocuklar,karşılarında silahlı Sırp mafyaları.Yapılan savaşlar ,kaybolan kahramanlar,düşen bombalar,kocasını çingene Macarlar için terk eden histerik kadınlar,güzel mi güzel Balkan kızları ki hepsi bana '88 yılında babamla yaptığımız Yugoslavya seyahati zamanında benzincideki pompacı kızı hatırlatır,araba giderken gözlerim arkada onun bana bakan güzel gözlerini.Tito heykelinin önünde bağrışan milliyetçileri,yıkılan Mostar köprüsü,Osmanlı'nın Drina köprüsünü yapma macerasını ne güzel anlatır İvo Andric.Çarşısında farklı milliyetlerin dinlerin aynı anda alışveriş yaptığı bir pazar yeri Saraybosna'nın kaybolma hikayesi
Batılı güçler duvarların yıkılmasıyla birlikte bu güzel ülkeyi ve insanlarını nasıl parçaladıklarını,yüzyıllarca kardeş olan insanları nasıl düşman haline getirdiklerini anlatır bize Kusturica o fantastik Balkan cangılında,çingenelerin o muhteşem hayatlarını izleriz müzik,içki ve dans eşliğinde.Düğünler yapılır bize hiç yabancı olmayan teyzeden müzik seti,amcadan ütü verilir yeni evlenenlere.
Kusturica bize yaşamlar sunar ülkesinden,müzik ve dans hiç durmaz ,aşklar hiç bitmez,yaşlılar ölür ölür dirilir bu güzel ülkede.Arizona Dreams film müziğinin sözü gibi 'Fish doesn't think because fish knows everything'.Kimse düşünmez bu ülkede çünkü herşeyi bilirler balıklar gibi.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Lara Fabian - Caruso (Live)

Lara Fabian - Caruso (Live)
dragonsage tarafından gönderilen video

Pavarotti'nin klibini bulamadım.Lara Fabian'da fena söylemiyor.

Jose carreras - Enrico Caruso - Leoncava

Jose carreras - Enrico Caruso - Leoncava
pupille64 tarafından gönderilen video

1911 yapımı 'ıncoruptibles' filmi eşliğinde Caruso montajı.Seslendiren:Jose Carreras

Rüya için ağıt/Caruso eşliğinde



1990'lı yılların başında TRT1 de bir dizi seyretmiştim.Sophia Loren'in başrolü oynadığı dizi Baba romanının ünlü yazarı Mario Puzo'nun bir romanından uyarlamaydı. Mama Lucia adındaki Sophia Loren hala şimdiki kadar genç ve güzeldi.20.yüzyılın başında İtalya'nın Napoli kentinden ailesiyle birlikte gemiyle Amerika'ya göç eden bir kadını canlandırıyordu.1950'lerden beri sinema hayatının içinde olan 'İl Divo Mamma' lakaplı Sophia Loren dizide Pavarotti'nin 'Caruso' şarkısı eşliğinde Amerika'ya göç eden ailelerinin yeni hayata uyum sağlama sürecinde yaşadıklarını muhteşem oyunuyla sergiliyordu.Yeni umutlar,yeni bir hayat,yeni bir ülke.Göç çok farklı bir olgu insan hayatında;umuda yolculuk ve geldiğin yeri özlem,kültürel şoklar,dağılan aileler ve ailelerini bir arada tutmaya çalışan kadınlar. Bu olguya biz Türkler yabancı değiliz.2 milyonu aşkın insanın yaşadığı Avrupa'ya göç eden Türkler'in de buna benzer bir sürü hikayesi var ve var olmaya devam ediyor.Orada olan insanlar ve kalanlar ,özlem ve yabancılık duygusu içersinde verilen hayat kavgası.2.kuşağın yaşadığı kültürel şoklar.
Bir İtalyan arkadaşım İstanbul'u görünce ne kadar çok Napoli'ye benziyor demişti;karma karışık,bitişik binalar,fakirlik ve zenginlik.En ünlü yazarlar,sanatçılar,tenorlar hep Napoli'den çıkar çünkü hayatı Napoli'de iliklerine kadar hissedersin.Tabi ki ölümü de.Ölüm duygusunu Napoli mafyasını anlatan 'Gomorra' filmini seyrettikten sonra daha iyi anladım,yaşamın kardeşi olan ölümü.Sokaklarında çocukların top oynadığı,pervazlarını çiçeklerin bezediği pencerelerden gelen Pavarotti'nin muhteşem aryalarının tınılarını,annelerin örtüleri silkelediği,babaların her akşam eve sarhoş döndüğü o şehri.Sokaklarında korkunun hüküm sürdüğü,ölümün bir mermi çekirdeği kadar yakın olduğu şehir.İstanbul'da bugün bir çatışmada yoldan geçerken öldürülen adamı düşündüm,kim olduğunu nereye gittiğini bilmediğim adamı.Napoli İstanbul fazla farklı değillerdi gerçekten.

Toscana'nın ünlü şaraplarından söyledik bir cafede masa birden kalabalıklaştı.Tanıdığım yüzlerdi bunlar resimlerini görmüş filmlerini izlemiştim,akşama beraber gidecektik tenorları dinlemeye,hafif şişman olanının yüzü çok beyazdı hemen tanıdım bu Enrico Caruso'ydu muhteşem tenor,denize bakarken pudralı yüzü bir ışık oluşturuyordu sanki gökyüzünde,yanımda başka bir diva hemde bizden bir diva Leyla Gencer,o kadar güzeldi ki,İstanbul diyorum bana bakıyor bu bir rüya biliyormusun diyor İstanbul gibi müzik gibi bir rüya,bitme diyorum rüyaya.Verdi'nin operasına gideceğiz Va pansiero Sol'ali dorato (git düşünce altın kanatlar üstünde git).Pavarotti sakallarını ovuşturuyor,nefes hiç bitmez diyor bu dünyada da öteki dünyada da çünkü nefesi veren yaradan,sadece şu ahmak vücudu alıyor nefesi nefesimiz olduğu için bize bırakıyor;o nefes ,o muhteşem ses akıp gidiyor azgın nehirlerin şarıltısında,hiç durmadan geçiyor ovaları,vadileri sana ulaşıyor uzaklarda.Uzaklardaki köprüde bekliyorsun beni,ses sana ulaşıyor ve ben ölülerle bitmeyecek rüyalarımı yaşarken gözlerinden süzülen bir yaş kadar hafifim şimdi.

21 Nisan 2009 Salı

Buena Vista Social Club - Chan Chan

Buena Vista Social Club - Chan Chan
yassine0412 tarafından gönderilen video

Candan Ercetin Ben Kimim

Candan Ercetin Ben Kimim
rubeyda tarafından gönderilen video

Varlık ve yokluk arasında,zaman ve mekan ötesinde:GÖLGESİZLER














Sadece Hasan Ali Topbaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer.
Frankfurter Allgemeine Zeitung


1994 yılında yayınlanmayan 'Gölgesizler' adlı romanıyla Yunus Nadi Roman ödülünü alan Hasan Ali Topbaş'ın varlıkla yokluk,zaman ve mekanın ötesinde olan sinemaya da uyarlanmış romanı.Doğu'nun Kafkası ünvanını alan yazarın romanı, orda bir köy var uzakta diye çocukluğumuzda öğretilen köyün aslında o kadar uzak olmadığı; ama bizim köyümüz olmayacak kadar da yakın olmadığını anlatıyor.Biz o köy için şarkılar söylerken, o köyün yaşayanlarının gerçekten var mı yoksa yok mu olduklarını öğrenmeye çalışıyoruz.Yaşadığımız coğrafyada var ve yok ne kadar birbirine yakın ya da yaşadığımız dünyada varlık ve yokluk Schröder'in kedisinin bir izdüşümü değilse nedir? Faili meçhullar,kazılarda çıkan insan kemikleri,soruşturmalar,dosyalar, iddaanameler,gözaltıların bitip tükenmeyen dalgalar zemininde bu roman bize ne kadar yakın? Kahramanlarının kaybolup tekrar ortaya çıkması kadar da uzak mı?
Almanlarda bile Türkçe öğrenme isteği yaratan bu roman edebiyat, yazdığımız dil ve onun güzel anlatımı ise başlı başına bir Türkçe edebiyat şöleni olarak karşımızda.
Romandan bir paragraf:Başlarını sallamıştı gidenler .Kimi atına ,kimi eşeğine binmiş;yüzlerinde yarım yamalak bir umut ,hepsi de ovanın ucundaki dağlara bakıyordu.Belki de bu yüzden ,daha yola çıkmadan omuzlarına dönüşlerinin yorgunluğu çökmüştü.

Kahramanlardan :
Cennet'in oğlu:Kendisi içinde yok olan,yokluğu içinde yok olan.Sahi kar neden yağar?
Muhtar:otorite,devletle olan bağımız
Bekçi:Otoritenin en küçük mavzerli temsilcisi,vicdan azabı.
Berber:He var he yok,belkide orda bir yerlerde
Güvercin:Kayıp melek,onun varlığını çok özlüyoruz.
Diğerleri:Hergün çevremizde gördüklerimiz.

Kahve ve sigara eşliğindeki işsizliğimin umutsuz günlerinde sayısı unutularak defalarca okuduğum bu roman yazıldığı tarihden epey sonra yayınlanmadan aldığı ödülün etkisiyle belki de bana varolmanın çalışmak ,yaşamın; acımasız sirkülasyonunda bir dişli olmanın ötesinde ne kadar yok olduğunu ispatlamaya çalıştı,başardı da.
Cennet'in oğlunun (babaannemin adı da Cennet idi)kendi içinde yok olması ,halk tabiriyle kırklara karışması ,varlığının aslında yavaş yavaş yok olması bana babaannemin her deliliğim sonrası söylediği 'deli deli olma' sözünü anımsattı.Bu adla bir film de oynuyor bu sıralar 'Deli deli olma' .Gerçekten akılllık ve delilikte varlık ve yokluk arasında bir durum muydu?
Filmin müziği gibi en basit soruyu bana yöneltti 'Ben Kimim?'Ordaki köy vardı, belki de bir bekçisi,bir muhtarı ve çınar altında bekleyen beyaz saçlı dedeleri vardı,adamlar vardı tüm köyün günahsızlarının günahlarını sırtlamış,kaybolanların umutsuz arayıcıları.Bir devlet vardı sorgulayan ,sorguladığı kadar aramayan,bizlerse o devletin defterlerinde birer sayfa, birer harftik.Devlet küçük kayıplarla ilgilenmiyordu.
Hem burda hem orda olmayı istemiyor muyduk? Yolculuklarımızın sonunda geride bıraktıklarımızı özlemiyor muyduk? Ölüm geride bıraktıklarımızın acısı ,yaşamak bizi bekleyen yere gitmek değil miydi?
İnsan olarak ,en güzel varlık olarak varolmak bizim elimizde miydi? yoksa bir tesadüf müydü? Yoksa dünya bile bir tesadüfler gezegeni miydi?
Romanın doğaüstü olaylar yaşayan sessiz kahramanları bizi sonunda yazarın yaşadığı yazma serüvenin bir parçası haline getiriyordu.
Hayatı yazıya,yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten yazar bize aslında konuşamadığımız ama yazabildiğimiz bir dilin varolduğuna inandırdı ki biz Türkçe'yi eksik bulan bir kuşak olarak bu romanla inandık konuşmadan yazdığımız dilin büyüsüne.
Belkilerle yaşadığımız sınırlı hayatın ,düşünmeden nefesini aldığımız bu ülkenin havasının aslında bir rüya değil gerçek olduğunu bu romanı okuyunca öğrendik ve o kadar özledik ki o köyü, orda olmak istedik ve bu romanda gerçekleştirdik düşlerimizi.
Sabah kalktığımızda rüyalarımız capcanlı hafızamızda iken hiç düşünmedik mi aslında burda olmamamız gerektiğini,belki de diye sormadı mı en dindarımız?İsa'yı çarmıha geren Romalı valinin İsa'ya sorduğu soru gibi gerçek ne idi? Hakikaten gerçek ne idi? Yoksa yokluk içinde direnen bizler bu dünyada bunu anlayabilecek durumda olmadığımızdan mıydı tüm yaptıklarımız?
Sigaramın son nefesi,kahvemin soğumuş dibi benden uzaklaşırken ben hala burda aynı adamdım,bir köy vardı uzakta gidemediğimiz belki de dönememe korkusuyla gitmediğimiz işte bende herkes gibi ne yazık ki O idim.
Romandan uyarlanmış filmi izlemedim sadece birkaç eleştiri okudum bazıları kötü uyarlanma bazıları ise eh işte bu kadar uyarlanır diyordu,romanın yazarı uyarlamadan memnunmuş o zaman bize söz düşmez diye düşündüm.Müziğin sonu geliyordu gerçekten biz kimdik?Var mıydık yok muyduk?

9 Nisan 2009 Perşembe

Buena Vista Social Club










90'lı yıllardı Alman yönetmen Wim wenders'in çektiği belgesel filmde tanımıştık Kübalı grup Buena Vista Social Club'ı,grup adını Havana'da birlikte takılıp müzik yaptıkları cafeden almışdı.İbrahim Ferrer,Compay Segundo önderliğinde kurulan grup dünyaya açılımını bu belgeselle yapmıştı.Belgesel grubun bence en güzel şarkısı Chan Chan eşliğinde Compay Segundo'nun üstü açık Chevrolet ile Havana sokaklarında kayıp cafeyi aramasıyla başlıyordu cafe çoktan kaybolmuştu,okyanus dalgaları kıyıya vuruyor,Compay Segundo elinde purosu halkla sohbet ediyordu.Grubun müziği sizi sıkıcı hayatınızdan alıyor Küba Havana'da devrim günlerine ,Che Guevara ile Fidel'in golf maçına ki Che hep bilerek kaybedermiş Fidel'e,devrim günlerinin katıksız aşklarına mükemmel müziği eşliğinde götürüyordu.Ne kadar çok müzik ne kadar çok aşk ve devrim vardı o günlerde.
Düşünün dünyada yıkılmayan ikonlar arasında bence İsa'dan sonra Atatürk ve Fidel vardır.Gözlerimde Theo Angelepolus'un Ulyses'in bakışı filminde yıkılan Lenin keykelinin Tuna nehrinde yüzüşü ne muazzam bir sahneydi.
Grubun mütevazi hayatları olan üyelerinin çoğu şimdi ölü,ama ben biliyorum ki bu müzik aşığı insanlar başka yerlerde hala müzik yapıyorlar ve diyorlar ki Cedro ırmağından Marcana'ya gidiyorum sana olan aşkımı inkar edemem,susuyorum ve kendime hakim olamıyorum,ardından bir kandil arıyor İbrahim Ferrer nasıl bir ses bu böyle.Buenos noches companiero diyor,mumışığında seni arıyorum Havana sokaklarında yıkık dökük evlerin önünde zenci çocukları top oynuyor kadınlar fabrika dönüşü ellerinde puro yaprakları ben seni arıyorum ispanyolca tüm çiçek adlarında.
Ken Loach filmlerindeki romantik devrimcilerden biri oluyorum aniden melez sevgilimin peşinden gidiyorum ormanların içine elimde kullanmayı bilmediğim silahım,işkenceli vücuduna dokunmak öpmek istiyorum.Compay ve İbrahim yanımda şarkı söylüyorlar Cedro Irmağından Marcana'ya gidiyorum sana olan aşkımı inkar edemem,mum ışığında seni arıyorum.

18 Mart 2009 Çarşamba

Harvey Milk ve bizim gayler



Oscar törenlerinde senin hiç bu halini bilmezdik seni sert adam bilirdik diye Robert De Niro tarafından mizahi bir şekilde oyunculuğu göklere çıkarılan Sean Penn,Carlito'nun Yolu,Dead man Walking ,Mystic River filmleriyle zaten oyuculuğunu kanıtlamış bir aktördü sadece aktör mü? Sean Penn 'in en son yönettiği İnto the Wild hani varını yokunu satıp doğaya kaçanlar vardır ya onların kült filmi haline geldi bile çoktan.Filmin hikayesinin anlatıldığı NTV'de yayınlanan İconoclasts belgeseli de Sean Penn'in zamanın asi çocuğunun nasıl bir sinema dahisine dönüştüğünü bize belgesel formatında anlatıyor.Sean Penn kişilik olarak da Amerikan'ın sol entelijansına en yakın isim,savaş karşıtı bir aktivist,9/11 kısa filmindeki ikiz kulelerin çökmesine farklı bakışı Bush iktidarınca hiç sevilmemişti.Sean Penn 'in buralara geleceğini 80'li yılların sonunda kimse tahmin edemezdi,aileden Hollywood zengini,şımarık,alkolik Madonna'nın kocasının Harvey Milk gibi Amerika'nın ilk gay politikacısını hemde böyle mükemmel canlandıracağını ve akabinde Oscar alacağını söyleseler kim inanırdı?kimse.Herkes onu Shangai Surprise gibi saçma bir filmin basit oyuncusu olarak görüyordu.
Harvey Milk Castro sokağının gay kralı,evet kraliçesi değil kralı.70 li yıllar Amerikası Vietnam savaşı,Siyah beyaz ayrımı,gay düşmanlığı.Bir adam çıkıyor gaylerin Martin Luther King'i,ilk önce ailelerinize ne olduğunuzu söyleyin ve sonra hakkımızı alalım,polisin ve politikacıların bize karşı olan tutumlarını siyasete girerek hemde bir azınlık olarak girerek düzeltelim, burası Amerika ,burasını gerçek özgürlükler ülkesi yapalım diyor ve arkasında binlerce gay.Sean Penn'in o gay mimikleri,elini kolunu sallayarak ve kıvırtarak meydanlara çıkıp nutuk atıp insanları harekete geçirmesi mükemmeldi.Bir tarafda sevgilileri ile mücadele eden Milk bir tarafdan yenildikçe seçimlere hazırlanan ve sonunda Amerikanın ilk gay politikacı ünvanını alan Harvey Milk ,bir tarafdan da Amerika'nın Wasp yüzü.Ben bu filmde kullanılan hızlı sahneleri pek sevmedim,dönem anlatılacak diye filmin rengininde dönem fotoğraflarının rengine dönmesi de hoşuma gitmedi bu teknik Gus Van Sant'ın bulut formasyonu tekniği aynı tekniği yönetmen diğer filmlerinde de Paranoid Park gibi kullandı.Sean Penn'in muhteşem oyunu filmi öyle bir sarıyordu ki eksiklikleri pas geçebiliyorsunuz.Filmde bahsedilen siyasi konular o kadar hızlı anlatılıyor ve gereksiz diyaloglara giriliyordu ki gaylerin hangi kanuna neden karşı çıktıklarını anlamakta zorluk çekebiliyordunuz.Gus Van Sant buralarda çuvallamış ,birde tabi ki yardımcı rollerin üstünlüğü tek filmden 2 ayrı yardımcı erkek oyuncu adayı çıktı fakat maalesef Heath Ledger efsanesi altında bu muhteşem yardımcı oyunculuklar biraz güme gitti.Bu film California'da gay evliliğini yasallaştıran 8.maddenin oylanması öncesi vizyonda olması da ayrı bir konu.Amerika'da 70 li yıllarda sorunlarla boğuşan ve savaşan gayler ülkemizde ne durumda? sürekli itilip kakılan bir gay toplumunu red ediyoruz ama onlar varlar ve bizim kadar insanlar.Türkiye'nin gayleri aranızdan bir Harvey Milk çıkarın ve meydanlara çıkarın,artık sorunlarınızı anlatmanın sırası geldi de geçiyor.Demokrasi varsa sizde varsınız.

10 Mart 2009 Salı

Odunpazarı






Şehre ilk yerleşenlerin kurduğu mahallenin adı, şehrin adı ,eski ama kendisi gelişen ve modernleşen dünyada sanki ülkenin en yeni şehri konumunda,doğduğum şehir,büyüdüğüm şehir,sokaklarında misket oynadığım,Bademlik yokuşundan aşağıya bilyalı kaydığım hatta duramayarak kafamı güzümü kırdığım şehir,özlediğim şehir.Bir cuma vakti ilk cuma namazımda halamın oğluyla cemaatin en arkasında oyuncak araba kaydırdığımız cami ki şehrin en eski camisi 'Kurşunlu Cami'nin şehri.Akşam güneşinin vurduğu saatlerde kadınların kapılarında bağdaş kurup oturdukları ,kiminin kocasını,kiminin oğlunu beklediği,beklemekten sıkıldıklarında çekirdek yeme molasında çeşmeden aldıkları suyla taş merdivenleri yıkadıkları ,yıkadıkça yeşil yosunların taşları kapladığı şehir yok,Fatma bacının sofalı 2 katlı evinde garsonlar geziyor,içinde yatır olan evlere dokunmamışlar ,modernite bile korkuyor bizim çocukluğumuzda korktuğumuz gibi herhalde ki bu evler öyle kalmış bakımsız yatırlı evlerin şehri benim şehrim.İlk aşkımın şehri saatlerce okul dönüşü yolunu beklerdim Yunus Emre parkında ,şehir seni bana getirirdi,birlikte binerken akşam otobüsüne içinde işçiler,memurlar,günden gelen yaşlı kadınlar,ücretsiz pasoları olduğu için sabahdan sefere kalkan yaşlı beyler,sen benim yanımda ayakta ellerimiz askılarda yanaşırken birbirine şehrin sureti mi geçerdi yoksa biz mi yol alırdık hiç bitmesini istemediğim küçük yolculukdan.Yaz akşamları seni seyrederdim apartmanınızın arka tarafındaki trafodan,benden habersiz,annenle sofrayı hazırlayışını,kardeşinin ikide bir ayağınıza dolaşmasını ve sizin ona kızıp bağırmanızı dinlemeden görürdüm,sen orda ailenle yemek masasında otururken ben yalnızca bizim böyle bir yaşam kurabilme şansımızı düşünür,düşlerdim gelecek zamanları tüm ingilizce zaman kiplerinde.Şehrin ışıkları sönerken tüm genç ergenler gibi yatamaz, döner dururdum yatağımda.Bir nehir geçerdi şehrin ortasından,tüm kokusunu,boyasını,kirini pasını getirirdi şehrin dışındaki basma fabrikası Sümerbank'dan,ordan giyerdik ayakkabıları,o zamanlar babası zenginlerle aynı okula giderdik,babaları ayıp olmasın diye onlarda çocuklarına aynı ayakkabıdan alırlardı.
Devlet baba arada fındık üzüm dağıtırdı bol bol yerdik,anladık ki sonradan Çernobil fındıklarıymış onlar anladık,Kenan Evren çıkardı sürekli tv ye anarşistten ayıkladık memleketi derdi,ama biz hala korkuyorduk,anneanem severdi paşayı ,İspanyol arkadaşımın annesinin Franko'yu sevdiği gibi severdi,kurtardı bizi derdi,ben pek bilmezdim,yalnız okulda sürekli sıralarda savaş ederdik hayali komünistlerle ,düşman komünistleri atardık ülkeden ,Kenan Paşa hepimizi gelir öperdi.Moskoflar doğudan Yunanlılar batıdan saldırıyordu,biz cephede savaşıyorduk ,Atatürk Kocatepe'den çıkıp ileri diyordu.
Tuna Kiremitçi şimdi yazar,dedeleri gerçekten Eskişehirli kiremitçilerdendi, okulun en iyi kalecisi sürekli pantolonlar yırtılır dayağı yerdi anasından ama iyi kaleciydi Zubizaretta vardı o zamanlar onun gibi.Çok yaramazdı,zekiydi,
Kovboy-Rangers çizerdi ,acaip bir yeteneği vardı karikatüre resme,sonra yazar oldu..
Kitap fuarında görüştük yıllar sonra Eskişehir'i anlattım, kitap yazdım dedi,ben romanda Eskişehir'i bulamadım, yalnızca kederli bir kadın vardı,birde eski sevgilisi o kadar.Porsuk akardı, biz oturur kenarında bakardık beklerdik ,uzaktan gelecek sevgilierimizi.Gençtik,içerdik ,gezerdik, kavga ederdik,herşey ölümüneydi,ölüm halbuki daha ne kadar uzaktı bilemezdik ki şehir bizi alırdı içine bırakmazdı.Otobüs numaralarıydı akşamlarımız ,sisliydi sabahlarımız,birbirimizin kızına dokunmamazlık kuralını ben bozdum aramızda kalsın,hemde en yakın arkadaşımın kızına o beni affetti kız başkasına gitti,kavga bitti kız gitti biz sonra içip ağladık.Trenlerin peşinden gidecektik büyük şehirlere, şehirden tren geçerdi,manevra yapardı kalırdık ,şehir ikiye bölünürdü Berlin duvarı gibi.Trenlerde hikayeler satamadık Oğuz Atay'ın demiryolu kahramanları gibi,o zamanlar Orhan Pamuk yoktu ki demiryolu dergileri alıp okuyalım o zamanlar,satılmazdı sağda solda belki demiryolcuların çocukları okurdu bilemezdik ,İşbankası'nda kuyruğa girer alırdık 'Kumbara Dergisi 55.sayı'.Hep haşhaşlı satan abilerin seslerini dinlerdik köprü altında çok yakındı istasyona şarap içerken orda 'Köpek Öldüren Güzel Marmara' ,içine sade gazoz atardı yoldaş Bahadır.Bahadır birde kedileri sevmezdi gördü mü saldırırdı,ata binmeye giderdik Çifteler harasına ,hemde yarış atları ha sütçü beygiri değil ,düşüyordum birkeresinde mahmuz takmıştım, mahmuz vurdukça hayvan çıldırdı zor durdurabildi seyisler.
Ahmet Kaya dinler ,devrim yapardık,başkaldıran son arabulus çocuklardık biz.Odunpazarı küçük şehrin eski tarihi,Bizanz'a gaza yapmaya giden erlerin pınarından su içtikleri diyar.Malhatun'un ,Ertuğrul Gazi'nin diyarı,seni hep özleyeceğim.

27 Şubat 2009 Cuma

Sürgünde bir yazar masalı






Zamanın birinde mutsuz ve kederli insanların yaşadığı güzel bir ülkede o ülkenin tüm geçmiş birikiminden faydalanarak roman yazan bir yazar varmış.Bu yazar ülkesini ve yaşadığı şehri çok seviyor şehrin tarihi sayılabilecek sokaklarını her gün geziyor ,şehirde gezdikçe ,girdikçe şehrin tüm derinliklerine türlü türlü masallar ve hikayeleri romanına ekliyor,bir nakkaş gibi işliyormuş şehrin tüm geçmiş resimlerini yazdığı romanlara,kimi zaman romanında cücelerini kaybeden bir prensesi anlatıyormuş ,prensesin kral babası sürgüne gönderirken cüceleri prensesin cücelerine son kez mahzun ve kederli bakışını anlatmıyor sanki resmediyor ,kimi zaman şehrin mahzenlerinde mankenci ustalara rastlıyor onların kuşaklar boyu devam eden öfkeli ve başarısız ama bir o kadarda azimli çalışma hayatlarını anlatıyor onları anlattıkça sanki o cansız mankenlerden farklı olmayan birbirimize benzeyen tüm toplumun niye başkası olmak istediğine de bir anlam veremiyormuş,niye vitrinlerde batılı tipte mankenler sergilenirken biz sergilenmiyormuşuz gibi sorularla da biz okuyanları geçmiş ve gelecek muhasebesi yapmaya itiyormuş.Kahramanlar kimi hikayede bir şehzade oluyor kapandığı kasrında bir derviş misali izdivaya çekilip yazdırıyormuş katibine ben olamama,biz olamama sorununu hatta bu yüzden tarih sayfasından silinen toplumları anlatıyor,çoğu zamanda araya girip ben olmanın mutluluk getirmediği ancak bir başkası olarak rahat ve mutlu hayatımıza devam edebileceğimizden bahsediyormuş.Kafamızı karıştırmak için yaptıklarını romanında tüm kahramanlara da aynı şekilde yaptırıyormuş yazarımız,romanı okurken biz yazar ve kahramanlar içiçe birbirine giriyor çelişkiler yumağında kayboluyormuşuz .O kadar çok okuyucusu olmasını ve onlar tarafından takdir edilmeyi bekliyormuş ama belli etmiyormuş ki bu yazar hikayelerindeki yazar , şairler ve onların takıntılı okuyucu ilişkilerine bir katil-makdül ilişkisi havası veriyormuş,bu havayı verirken romanlarını okuyan takıntılı ve kaygılı okuyucuların rüyalarında onla köşekapmaca oynadıklarını bilmiyormuş,bu okuyucular rüyalarında bazen yazarın bir paneline katılıyor olur olmaz bir yerde ayağa kalkarak yazarın son yazdığı romanı yazara fırlatarak 'bunu ben yazdım yalancı' diye bağırıyor ,bazen telefonda yazarla romanındaki kahramanların hikayelerini uzun uzadıya anlatıp kendini dikkatli bir okuyucu olarak kanıtladıktan sonra yazardan en kısa sürede görüşmek için randevu rica ediyor ve cevabını almadan çoğu zaman rüya bitiyormuş.Aynı rüyanın sonu farklı olan çeşitlerinde randevu alamayan okuyucu yazara hakaret etmeye başlıyor onun vatan haini olduğunu tüm toplumu kendi aforizmalarına inandırdığını onun yüzünden hayatların mahvolduğunu artık kimsenin kendisi olmadığını bildiğini ve ona inananların yaşadığı hayata uzaktan bir başkasını izler gibi baktığı için mutsuz olduğunu, böyle giderse toplumda geniş çaplı intiharların olabileceğini bunun sorumlusunun o olduğunu söylüyor, sormadığı soruya cevap bekleyen olarak da telefon kapanıyormuş.

Gel zaman git zaman yazarımızın ünü ülkesini aşmış romanları dünyanın çeşitli dillerine çevrilmeye övgüler ve ödüller almaya başlamış,maddi kaygıları zaten hiç yaşamamış olan yazarımız dünyanın tanıdığı bir yazar haline gelmiş,şimdiye kadar apolitik tavırlarıyla tanınan yazar bir gün bir gazeteciyle röpörtaj yapmış ve ülke için hassas kabul edilen tarihi bir konuda resmi görüşün tersine bir görüşte bulunmuş akabinde ayağa kalkmaya zaten hazır bir refleks içinde olan ülkenin koruyucuları ayağa kalkmış ,yazar çok korkmuş çünkü ülkenin yakın tarihi yazar ,gazeteci cinayetleriyle doluymuş,ayrıca o kadar çok seviyormuş ki yazmayı sırf bu yüzden öldürülmekten korkuyormuş,ülke tetikçilerinin seferber olduğu hatta ülke koruyucularının çoktan kalemini kırdığından bahsediliyormuş çoğu yerde,tam o günlerde dünyanın en büyük edebiyat ödülünü alan yazarımızın tüm edebi geçmişi silinivermiş ülkesi tarafından ,hatta ülkenin cumhurbaşkanı tebrik bile etmemiş ,halbuki tarihlerinde böyle bir ödül alan bir yazarda yokmuş.Ülke çıkarları gereği katli vacip olan yazarımız o çok sevdiği ,sokaklarında kahramanlarıyla gezinmekten hoşlandığı şehri bırakıp gitmiş.

Gönüllü sürgüne gittiği yabancı şehir ona o kadar uzakmış ki ,şehrin insanlarının yüzünde okunacak hiçbir harf yokmuş,tüm ülke ve insanlar tüketerek yaşayabiliyorlar, teknolojik olarak çok ilerde oldukları ve dünyanın hakimi olduklarından dolayı kendilerine bu payenin ilahi bir güç tarafından verildiğini zanneden bir başkanları bile varmış hatta.

Şehzadelerinden,cücelerinden mankenci ustalarından,çocuk padişahlarından,apartmanın karşısındaki ıvır zıvır herşeyi satan dükkandan,kahramanlarının onları terk eden sevgililerini ararken kaldıkları şehrin yıkılmaya yüz tutmuş dökük otellerinden,karısınla kavga ettiğinden dolayı karısına küfreder ses tonuyla sabah ezanı okuyan müezzinden,birbirinin kuyusunu kazan nakkaşlardan,kendilerine saat isimleri veren yarı resmi teşkilatlardan,artık anca demiryolu müzesinde sergilenen demiryolu dergisinde mutlu çocukların sonu mutlu biten yaramazlık hikayerinden,üzerine kireç vurulmuş olmasına rağmen okunan 'tek yol devrim ' ,'emperyalizme savaşımız devam edecek' türünden yazılan yazılardan, sabahın ilerlemiş saatlerinde kadınların pencerelerinden dedikodu yaptığı yosun tutmuş merdivenleri olan dar ve dik merdiven sokaklarından geçemediği şehrinden uzak kalmış,artık hiçbir şey yazamaz olmuş,yazamama krizine giren yazarımız masasında babasının ona ölmeden önce verdiği bavula bakarken bir tarafdan da pencereden yaşadığı ruhsuz ve tarihsiz şehrin ışıkları arasında o gece hayatında ilk defa ölümü istemişti.

Fotoğraflar:Nuri Bilge Ceylan

10 Şubat 2009 Salı

Sanki bir başkası










Anadolu'nun ücra kasabalarından birinde bir otobüs molasında kılacaktı namazını ,otobüs tamda yatsı vaktinde mola vermiş ,şöföre de molayı biraz uzun tutması için rica etmişti,şöför de kırmamıştı ricasını.Kasabının lokantasına en yakın,şadırvanından kapanmayan musluğundan gürül gürül mineral sular akan camiye girdi,telaşlıydı diğer yolcuların zamanını çalmadan biran önce namazı kılacak ,çıkıp otobüse binip daha önce hiç görmediği ,kitaplarını okuduğu ,hayatını ,sözlerini ezberlediği alimler alimi ,gönüllerin sultanı Mevlana'sının türbesini görecek ,Konya'da türbenin bahçesinde neyden nameler dinleyecekti.Dua etmişti yaradana Tebrizli Şems'in ettiği duaya benzer bir dua :'Allahım bana bir mürşit ver ,ver ki şu gönlümün ağırlığından kurtulayım ver ki sana ulaşayım,ver ki dinledikçe sözünü ,gördükçe yüzünü seni anayım,senin en yakın dostlarından ver ki bana onun elini tuttukça şefaat alayım,şefaat aldıkça sana varayım.'Duyduğu Kuran'ın sesiydi,duyduğu arkası cemaatine,önü kıbleye dönük hocanın sesiydi,duyduğu ses bir daha hiç alamayacağı nefesin sesiydi,ses Allah'ın kainatta en güzel yarattığı insanın ,insanların en güzelinin sesiydi sanki.Ses yankılandıkça eski caminin mihrabında O, sesi aştı,cematten ayrıldı ,bir an namaz kılmayı unuttu,ettiği duaların ahengi bozuldu ,son başa ,baş sona geldi.Ses devam etti son bularak Amener Rasulu duasıyla.
'Ey Rabbimiz,mağfiretini isteriz Son varışımız ancak sanadır” dediler.Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.Herkesin kazandığı hayır faidesine,yaptığı şer kendi zararınadır”Ey Rabbimiz,unuttuk,yahut yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme Ey Rabbimiz,bizden evvelki ümmetlere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme,Ey Rabbimiz takat getiremeyeceğimizi bize taşıtma.Bizden sadır olan günahları sil,bağışla,bizi esirge Sen mevlamızsın bizim,artık kafirler ruhuna karşı bize yardım et”
Camiye şöför geldi,'hocam gitmiyor muyuz' namaz bitti cemaat dağıldı.'Siz gidin,benim bavuluda lokantanın yanındaki otele bırakın,sizi de alıkoydum kusuruma bakmayın bir süre dinleneceğim burda ' dedi.
İşte O'ydu,mürşidi,sesi,nefesi,onun için gelmişti uzaklardan Mevlana'sına ulaşmadan bulmuştu O'nu,yüzündeki nurlar dağılıyordu çevreye, o nurlardı gürül gürül aktıran suları musluklardan çorak bir Anadolu kasabasında, o ses gönüllerin hepsini deliyor geçiyordu,o ses 'gel' diyordu 'mürşidin benim,aşığın benim'.Bu topraklardan çıkacaktı tabi ki o nefes,bu topraklardan çıkmıştı Yunus Emre,Hacı Bektaş,Pir Sultan,Mevlana.O'na doğru ilerledi,ağzı kilitlenmiş,sözcükleri tüketmişti,ellerini sıvazladılar 'Allah kabul etsin 'dediler karşılıklı'.
Sonraki günlerde camiden en son hoca ile birlikte çıktı,ne zaman birşey söylemeye niyetlense tüm sözcükler uçuyordu hafızasından dili kilitleniyordu,yeni yetme çocuk aşıklar gibi kelimeler bit yolunu bulsada bir mana çerçevesinde buluşamıyordu,diğer zamanlarda şadırvanın başında akan suyun sesini dinledi,tepelerde koyunları otlatan çobana arkadaşlık etti,çoban onu yabancı bulduğundan açıldı ;tepelerde gezerken ,her gün acaba hangi koyunu bir yerlere saklasam da sahibine kaçtı desem sonrada sakladığım koyunu öbür köye götürüp satsam diye düşündüğünü ,şimdiye kadar bunu gerçekleştirmese de artık dayanamadığını günün birinde yapacağını söyledi,çoban için dua etti,bu kadar sulakken heryer çevrede hiçbir ağacın yetişmediğine şaşırdı ama Rabbinin hikmetine sual olmayacağından sormadı,sustu.Sabah namazlarından birinde hoca okudu,o dinledi.Ses yankılandıkça ,ses yükselip alçaldıkça artık O, sanki O olmadığını fark etti,O artık sanki başka biriydi,ellerine baktı tanımadı,tanımadığı ellerini tanıyamayacağı yüzüne götürerek sıvazladı amin der gibi,kulakları çınlamaya başladı,çınladıkça ses azalmaya başladı ,geride bıraktığı hayatta bıraktığı hiçbir şeyi hatırlamıyordu ,ses iyice kayboldu,ses sustu,ses sustuğunda bir acıdan ziyade bir sızı hissetti,kağıt keser ya deriyi öyle ince bir sızı,ellerini yüzünden indirdiğinde sanki O daha başka biriydi,ortada ne ses,ne hoca ne cami vardı.Sadece koca bir sessizlikdi kalan.
Otobüsün muavini uyuyan yolcuya 'hocam Konya'ya geliyoruz bagaj sağda mıydı diye sordu ,yolcu artık Konya'daydı ,suskunların bahçesini göremeden suskunlardan olmuştu.

29 Ocak 2009 Perşembe

'72 model Gran Torino


















Client Eastwood'un 'Kirli Henry' serilerini hatırlamayan yoktur,Client kovboyluktan polisliğe terfi etmişti,40 kadar kötü adam feci şekilde öldürülürdü,Henry sürekli amirlerinden azar işitir,bazen de masa başı görevine sürülürdü,bu film birazda olsa bize Henry 'yi hatırlatıverdi.
Haydi Henry derken eski günlerin hatırına farklı bir sonla başbaşa kaldık.Polonyalı Amerikalı ,savaş üstün başarı madalyası sahibi Walt karakteri, 'Kirli Henry 'sinden daha ırkçı bir karakter,yıllarca Amerikan değerleri üzerine kurulmuş hayatında Walt'in tüm komşuları göçmen Koreliler ,Walt ise bir kore gazisi kaç Koreli öldürdüğünü bile bilmiyor.Korelilerin göç etmelerinin sebebi belli ' Amerika kardeşlerimize saldırdı,sonrada bizi orda yalnız bıraktı,bizde buraya geldik.'Ölüm hayat üzerine ,karakterler basit hayatlarını yaşarken bir özürleri yok fakat Walt'ın geçmişi unutmayı başaramadığı savaşta öldürdüğü ölü Korelilerle sarılı ,Walt'ın söylediği nerdeyse sözlerin hepsi ırkçı neyse ki bu ırkçı söylem zamanla şakaya dönüşüyor ,hayatta karısı hariç kimseye değer vermeyen Walt karısının ölümüyle diğer önem verdiği '72 model Ford Gran Torino'yu çalmaya çalışan Koreli komuşunun bir rol modeli olmaya karar veriyor,Walt geçmişin acısını belki de Amerikanın acısını günah çıkarıyor,yalnızca günahlardan hiçbiri niye biz ordaydık şeklinde değil ,Walt'un geçmişte yaptığı basit günahlardan örtülü.Asıl günah çıkarma ,hayata karşı ölümü mecburen kabul etmek şeklinde. Amerika istediği kadar melez başkan seçsin ,istediği kadar değişim istesin Wasp mentalitesinin bu kadar egemen olduğu bir Amerika'da Walt gibiler o kadar fazla ki.Filmin diğer bir anlatmak istediği konu kaybedilen aile ve komşuluk kavramı üzerine film ciddi bir şekilde haydi Amerika diyor Gran Torino'yu kaybetmeden aile olalım.Film altın kürede 2 dalda adaydı fakat Oscar adaylığı gelmedi,prodüksiyon zayıf geldi Iwo Jima'dan sonra bana.Ama 'Kirli Henry'yi bize bir nebze de hatırlattığı için Client'e teşekkürü borç biliriz.

filmin imdb linki:http://www.imdb.com/title/tt1205489/
filmin orjinal sitesi:http://www.thegrantorino.com/

26 Ocak 2009 Pazartesi

Amerikan Güreşçisi,eski tüfeklerden Mickey Rourke




Güreşçi
Ram (parçala) lakaplı amerikan güreşçisini canlandıran Mickey Rourke ,filmdeki rolüyle Altın küre en iyi oyuncu ödülünü aldığı törendeki konuşmasında filmin yönetmeni Darren Aronofsky için '30 yılda bir yönetmen gelir işte Darren da onlardan biri, benim gibi batmış bir adama bu rolü oynattı 'diyerek ödülü yönetmenine ithaf etti ,yönetmende aynı esnada tevazu göstererk Micky'ye orta parmak hareketi yaptı.Darren'ı 'Requiem for a dream' ve 'Fountain' filmlerinden hatırlıyoruz 98 yılında ise ilk filmi 'Pi' ile eleştirmenlerden övgü almıştı ,zeki bir yönetmen olduğu kesin,son hamleyi hep seyirciye bırakarak sinemadan çıkan seyircinin film üzerine tartışmasını ,filmin son karesinin çekiminin seyirciye bırakılmasını isteyen bir yönetmen.Ayrıca şiddet ,uyuşturucu ve cinselliğin bir nebze yükseltilmiş ayarını yapan Darren ,eminim ki filmin gösterdiği başarıdan sonra daha fazla projeye imza atacak ,Darren filmografisi ileriki yıllarda oluşacak ve elimizde eleştirmek için yönetmenle ilgili daha fazla done olacak.
Marisa Tomei tam 46 yaşında ve gerçekten mükemmel olmasa da vücuduna bu şekilde baktığı için bile Oscar adayı olmayı hak ediyor.Çocukluğumuzda seyrettimiz amerikan güreşlerinde güreşçilerin nasıl bu şekilde öldüresiye kavga ettiklerine anlam veremezdik ,ta ki birileri çıkıp arkadaşlar bunlar rol yapıyor kavga ediyormuş gibi yapıyor ,dublör bunlar deyinceye kadar.Fakat filmle birlikte anlıyoruz ki bu oyun da olsa kolay değil ,Ram (Mickey) filmde geçmiş yıllarda vucüdunun yaşadıklarını anlatınca anlıyoruz kolay olmadığını.Ram'in kesilmeyen kası,kırılmayan kemiği kalmamış nerdeyse.Ram (Mickey) tam bir loser,ama gerçek hayatında bir loser...
Amerika'da loser olmak:Sürekli bir işin olmaması,genelde kiralık karavanlarda süren yaşam,uyuşturucu olmazsa olmazı.Ringlerde ise o bir fenemon,herkesin sevdiği seyircilerin taptığı bir isim,hayatta kimseden sevgi bulmayan ki aslında geçmişte bu sevgiyi hak edecek hiçbir şey yapmadığın da bilincinde olan bir loser.Guns and Roses müziği eşliğinde serseri hayat ,Aerosmith tabiriyle kıyılarda yaşamış(living on the edge) bir adam.50 li yaşlarında artık vücudu ona hizmet etmeyi bıraknış ,bir ecza deposu gibi kullandığı kaslı vucuduna artık kalbi söz dinletmemeye başladığında Ram ringleri bırakıyor ,velakin garibin hayatla bağlantısı kızı,onu müşteri olarak gören Cassidy (Marisa Tomei) adındaki striptizci arkadaşı ki Ram ona bir nebze aşık, onu aşalayıp yüzüstü bırakınca da son vuruşu ringlerde arıyor ,doktorların artık ringler bitti uyarına rağmen...
Mickey bu rollerin adamı ,O Bukowski'nin rockçı versiyorunu,O asi bir boksör, en son maçını Japonya'da knock utla kazanan,O artık unutulmaya başlanan '80 lerin adamı gerçek hayatını film olarak oynayanlardan.Bu film izlenir hele '80 lerde rock dinleyip amerikan güreşi seyredip Bukowski okuyan bir kuşaksanız bu filme bayılacaksınız,filmde de denildiği gibi '90 lardan nefret ediyorun, Curt Cobain herşeyi öldürdü.

23 Ocak 2009 Cuma

Çanakkale'li Orhan'a iki el şiir:Orhan Talat Şalcıoğlu anısına







Resmini hayal meyal hatırlıyorum diye yazmaya başlayacaktım ki,yalan yazacağımı fark ettim,yazmadım,yüzünü hiç hatırlamıyorum,ama çıkmıştı resmi ,zamanlardan '93 baharıydı.Çanakkale'nin deniz kenarı çay bahçelerinden birine sevgilimle oturmuş beni İstanbul'a götürecek otobüsü bekliyorduk,ben yolda okumak için yanıma EP adında bir haftalık aktüel dergi almıştım,çay içerken derginin sayfalarını karıştırdım gelişi güzel,başlık ilgimi çekmişti :' Çanakkaleli bir şairin ölümü' ,o zamanlar kendi çapımda bir şairdim ve Çanakkale sevgilimin bu şehirde üniversite okumasından dolayı sık ziyaret ettiğim bir şehirdi.Yazıyı sonuna kadar okudum,otobüsün gecikip gecikmesine aldırmadan intihar eden şair ' Orhan Talat Şalcıoğlu'nun ilk ve son şiir kitabını basan ABC Yayınevini aradık,bulduk ve kitaptan alamadık çünkü kitap henüz baskıdaydı,sevgilim İstanbul'a ilk gelişinde getireceğini söz verdi ve kısa zamanda İstanbul'a kitaplardan 3-4 tane getirdi,çünkü arkadaşlarımda merak etmişti Çanakkale'li ölü şairi.


Gece nedense birden aklıma geldi,kitaplığımdan şiir kitabını aradım, bulmam zor oldu çünkü kitabın ilk baskısının üzerinde adı da yazmıyordu,ama buldum ,gerçi kitabın başka bir baskısı da olmamıştı.Google'da ölü ozanın ismini yazdım ,bir sitede ki Çanakkale'yi tanıtan bir siteydi şairin adının Çanakkale'de bir sokağa verildiğini ,başka bir sitede ise bir yeni çıkmış bir kitaptan bahsediliyordu 'İntihar eden şairler antolojisi' ismi geçiyordu,söz konusu şairimizde yerli intiharlı şairler arasındaydı,intiharla ilgili bir forum sitesinde şairlerden bahseden biri adından bahsetmişti ama sadece Çanakkale'li bir şair diye yazmıştı, başka bir bilgi yoktu.
Hafızamı taradım ,o günkü EP dergisinde yazılanları hatırlamaya çalıştım,Orhan kimdi? neden intihar etmişti?Kitapdaki şiirleri okumaya başladım herşey aydınlanmaya başlıyordu.

Kitabın (Hades) son sayfasından
1960 kışında dünyanın
kapısını Noel Baba gibi
tıklattım.'Gaz kokan' 'Gazi'
İlkokulu'nu bitirdikten
sonra,Merkez
Ortaokulu'nun
labirentlerini alçak
sürünmeyle aştım.
Eğitimim Özel Şişli
Lisesi'nde sürdürdüm.Lise
diplomamı rüzgarların hiç
dinmediği Şehitler
Diyarı'ndan aldım.
Marmara Üniversitesi
İngilizce Bölümü'nden ön lisansla
mezun oldum.
İçiyorum...

Şiirlerinden bazıları

Kentte Özlem

Kentimde bu akşam özlem
altıyı tam çeyrek geçiyor
parmak uçlarımda nöbetçi psikopatlar
Bach dinleyip göğsümü mü jiletlesem

Burada bağ evleri yok ki Deli
müteahhitler festival düzenliyor
duyumsayıp devenin adımında ritmi
çok-sazlı evrenselliği yakalıyor

Kale'de bu akşam ölüm
zulmün duvarlarına konser veriyor
sırada kim var hiç bilmiyorum
geriye dönüp marş mı söylesem

Kentimde bu akşam özleminiz bayan
eskilerden bir esmer'i çalıyor
o bir detone tını zaten olmayan
Wagner'in patetik yurtttan sesler'i

Bu akşam soluduğumu eski bir mahzen
beynime rotatif ton yapıyor
ve yerli fasonlar localaşırken
bir eylül sabahını anımsatıyor.

-?-

Adım Orhan
kaldı ki günatımlarından alacakaranlıklara
ne hakla aldınız dipsomanlığımı
inerken ytepenize şarjör şarjör paranoya
siz hiç
ihanet minör horladınız mı
insanlık onurunun günlük kuru
yafta edilip dosyalanırken
kovulup malum bir şubeden
siz hiç
Wagneryan bir konçerto oldunuz mu

pireler berber
thatcher falkland menapozunda
brejnev demokrasi sevk ederken afganistan'a
ve şamir ellerken kızgın demiri bir cumartesi
siz hiç
ingilizce iğfal edildiniz mi

ne diyeceksiniz çocuklara
hangi kuburlarda öldü spermleriniz
kim dinletmedi pink'i onlara
kanın kanı onduğunu gördünüz mü
siz hiç
üzgünüm 7'li öldünüz mü

-Peşisıra Desinler ki Kadınıma
Peşisıra desinler ki kadınıma;
şu senin adam vardı ya senin adam
ne lafta anlardı ne deften
yapmadığını koymadı yaptı ne dedikse tersini
içme dedik içti
yazma diyemedik çünkü yazıyordu
ama anlaşılmaz bir yanı vardı
bir sevda diyordu bir sevda
ama sen miydin bir başkası mı bilinmez
ama ne sevda
toprağını sevdirdi garibana

-Delirium Tremens-

Yüzüm avuç avuş sönmemiş kireç
Bodleryan bir yaşamın kasıklarından
Düşmüşüm en kimsenin rahimlerine
Yedi yataklı bir iç sıkıntısındayım

Benim dependansıma kim karar verir
Bir detoksikasyonun arefesinde
'' Lütfen bu son olsun''lu bir klinik
hangi kronikliğimin derinlerinde

Dizelerdir giren damarlarıma
İyi onulmazsa ölüm oranı yüksek
İyi de ben zaten yaşıyor muyumydum
Hangi ihaneti hangi karıma

Dr.bayan siz sağolunuz ama bilemezsiniz
ben yanlış atılmış bir olta düğümü
Avucunuza batan sarpa kılçığı
Yasak sularda voli yapan bir balıkçıyken
Bilemezsiniz kaç kulaç öldüğümü
-Pastoral Yanılgı-
Tunusbağı'nda iniyorum otobüsten
mezartaşları her iki yanım
kulaklarımda Vivaldi dört mevsim pastoral
kimbilir belki de aradığım
bir sonraki durak
üşüyorum Üsküdar parkı'nda
dört mevsim sakınarak

-Varsanı
Ne zaman düşlesem seni eskilerden
bir kent ismi düşer usuma
zoralım ve alla edilmiş
çalıntı dizeler gibi
sonra yüzler belirir
aldatan esenliğinde bir verem sonrasının
apak bir geceye giyinik
bir de sesler-sesler aşırı
belirgin ve
yok kadar gerçek

ne zaman düşlesem seni eskilerden
bir kent ismi eğreti yerinde
ha düştü
ha düşecek

-Hamursuz-
Sıyırdı belinden samını şaron-batıda kan
kıpırdanıyordu
Top..dedi çocuk
'long live palestine' ekledi
oyunu bırakmalı artık
Bekaa'da ezan okunuyordu
Yahudiler mesih görüp düşlerinde ateşe
el sürmezler cumartesileri (öldürmeyeceksin)
On Emir

Kan koşuştırmada sokaklar
hınca hınç Tel Aviv
binlerce ölü veyaralı bir o kadar
kızgın demir
Yıkılıp minareler susunca ezan
ölüler şehadet getiremezler
Cumartesiydi belki de günlerden o gün
daha batıda ezan okunan bir ülkede
Sorumluluğunda gırtlağını kanla temizlemenin
-Bu haklı davalarında Filistinli kardeşlerimizin...
Aynı bülten yinelenirken beş kez aynı gün
bir yetkili ağız:Biz...dedi
Ve aynı gün Filistinli yaralı ve çocuklar
rededildi.

Hara Kiri

çok keskin bir bıçak veriniz lütfen bana
işte bu çok güzel olacak
üşüyorum gibiyim biraz
bozar mı bugün hava
ivedi olmalıyım
hesap benim
ben ödeyeceğim
amomori'm yok muskam da
ne cami isterim ne omiya
çok keskin bir bıçak veriniz lütfen bana
Orhan Talat Şalcıoğlu '93 yılında Fatih Sultan Mehmet'in çingeneleri kalebent yaptığı şehir Çanakkale'de intihar etmişti,geride sadece şiirlerini bıraktı,onun şiir ve içki arkadaşları şiirlerini bastırdılar,şiir kitabının ismi Hades'di ,yer altı kötülük tanrısı;Orhan yaşasaydı ünlü bir şair olur muydu memleketlisi Ece Ayhan gibi ,ya da zamanla unutur muydu acıları ,şiirleri bilmiyorum, hiçbir zamanda bilemeyeceğiz.

22 Ocak 2009 Perşembe

HAYALLERİN PEŞİNDE (REVOLUTIONARY ROAD)




















HAYALLERİN PEŞİNDE
Sam Mendes'i en son Amerikan ahlakını eleştiren Amerikan Güzeli filminde bırakmıştık filmin baş kadın oyuncusu Kate Winslet'in eşi olan yönetmen bu sefer Richard Yates'in romanından uyarlanan Revolutionary Road filmiyle karşımızda film Altın Küre'den 2 ödülle döndü tabi ki ödüller güzel eşi Kate Winslet ve yine eski dostlar Leonardo di Caprio,onları da en son '97 yılında buzdağına çarpmış bir halde sevgili olarak bırakmıştık şimdi karı koca olarak buluyoruz.
2.dünya Savaşı sonrası küçük bir kasabada geçen film evli ve 2 çocuklu çiftin mutsuzlukları üzerine kurulmuş bir drama.Yıkılan hayaller,3.kişilerde mutluluk arama denemeleri ,kariyer ve başarı üzerine odaklanan Amerikan dünyası.Filmin Amerikan Güzeli filmine benzeyen yanı iki filmin de orta sınıf Amerikan ahlakı eleştirisini yapması fakat bu filmin farkı karakterlerin mutsuzlukdan rahatsız olmaları Amerikan Güzeli'nde ise herşey yolunda gözüküyordu.
Filmde bana Kate Winslet'in yaşadığı mutsuzluk,Virginia Woolfvari geldi,kasaba sıkıntısı,başarısızlık,herşey var ama mutluluk yok .Çiftin mutsuzluğu Paris'e taşınma fikriyle kısa bir süre bitiyor, planlar Frank'in (Leonardo) yeni iş teklifi alması ile bozuluyor.Tekrar başa dönüyoruz mahkeme kararlarında yazıldığı gibi evlilik çiftler için katlanılmaz hale geliyor.
Filmde emlakçı komşu Kathy Bates'in (Mrs Givings) ruh sağlığı bozuk oğlunu oynayan Michael Shannon'a dikkat 3-5 dk lık oyunuyla yardımcı rolde Oscar'a aday olan bir karakter var karşımızda, Leo ile oynadıkları bir sahne var ki filmin seyredilmeye en değer sahnesi, birbirlerine sanki aktörlük dersi veriyorlar.Leonardo da bence aday olmalıydı ama olmadı,Akademi de Sean Penn takıntısı olduğu için alması biraz zor olacaktı.Zaten düz karakterler yerine aykırı karakterler daha fazla şanslı ödüllerde.Ayrıca siyasallaşan Amerika'da eşcinsel bir siyasi karakter her zaman ödüle daha yakın olur.Sean Penn'e haksızlık yapmayalım ama bu bebek yüzlü Leo da en başarılı oyununu sergiliyor.
Hayallerin peşinde gel-gitlerin çok olduğu ,sürpriz beklentilerin olmadığı bir film 'Revolutionary Road' modern evliliklerin yaşadığı sorunlar ,karşılılıklı çiftlerin kariyer ve başarı hedefleri arasındaki uyumsuzluk,kadının aile içindeki çocuk bakıcısı rolünün getirmiş olduğu yük,kariyerin sona ermesi,hayatın her geçen gün aynı şekilde devam eden rutinselliği , bu rutini kırıp özgür olamamak gibi sorunlar filmin temaları.Bu arada filmdeki roluyle Kate Winslet Altın Küre aldı ,fakat rolle değil 'The Reader' filmindeki roluyle Oscar'a aday oldu,demek ki akademi filmi çok fazla tutmadı. En iyi film adayları arasında da değil zaten.
Frank (Leo) aslında bir bakıma tercih yapıyor ve hayatta yaptığımız tercihler bazen bizi kariyer ve başarıya ulaştırsa da bunları kazanırken bazı şeyleri feda etmek durumunda da kalabiliyoruz .Maddi hayatın içine boğulmuş ;hayatını, geleceğe ve paraya odaklamış insanların dramı olarak karşımıza gelen filmde bazı gaflar da mevcut, mesele Kate'in bir telefon konuşmasında kullandığı telefon modeli o yıllarda daha henüz keşfedilmemiş bir model,
Sam Mendes konuya ve karısına o kadar yoğunlaşmış ki gözden kaçırmış olabilir diye düşünüyorum,ayrıca kapalı elbiseler üzerinden yapılan şipşak sevişme sahnelerini Sam Mendes'in kıskançlıkdan dolayı bu şekilde çektiğini düşünüyorum,o zaman diyeceksin ki kardeşim karının oynadığı filmleri çekme git Scarlet'i,Angelina'yı filan oynat.Adam ne yapsın romanı ilk önce karısı Kate Winslet okumuş ve Leo ile beraber oynamaları için baskı kurmuş.
Filmin bana getirdiği güzellik,İngiliz edebiyatın en kadın yazarı Virginia Woolf'u özlediğimi hatırlamak oldu çoktandır unutmuştum sıkıntıların ve güzel tasvirlerin yazarını ,köşeme çekilip
'Mrs Dalloway' okuyup ,The Hours'u tekrar seyredecem ,yanına da kahve güzel gider.