27 Şubat 2009 Cuma

Sürgünde bir yazar masalı






Zamanın birinde mutsuz ve kederli insanların yaşadığı güzel bir ülkede o ülkenin tüm geçmiş birikiminden faydalanarak roman yazan bir yazar varmış.Bu yazar ülkesini ve yaşadığı şehri çok seviyor şehrin tarihi sayılabilecek sokaklarını her gün geziyor ,şehirde gezdikçe ,girdikçe şehrin tüm derinliklerine türlü türlü masallar ve hikayeleri romanına ekliyor,bir nakkaş gibi işliyormuş şehrin tüm geçmiş resimlerini yazdığı romanlara,kimi zaman romanında cücelerini kaybeden bir prensesi anlatıyormuş ,prensesin kral babası sürgüne gönderirken cüceleri prensesin cücelerine son kez mahzun ve kederli bakışını anlatmıyor sanki resmediyor ,kimi zaman şehrin mahzenlerinde mankenci ustalara rastlıyor onların kuşaklar boyu devam eden öfkeli ve başarısız ama bir o kadarda azimli çalışma hayatlarını anlatıyor onları anlattıkça sanki o cansız mankenlerden farklı olmayan birbirimize benzeyen tüm toplumun niye başkası olmak istediğine de bir anlam veremiyormuş,niye vitrinlerde batılı tipte mankenler sergilenirken biz sergilenmiyormuşuz gibi sorularla da biz okuyanları geçmiş ve gelecek muhasebesi yapmaya itiyormuş.Kahramanlar kimi hikayede bir şehzade oluyor kapandığı kasrında bir derviş misali izdivaya çekilip yazdırıyormuş katibine ben olamama,biz olamama sorununu hatta bu yüzden tarih sayfasından silinen toplumları anlatıyor,çoğu zamanda araya girip ben olmanın mutluluk getirmediği ancak bir başkası olarak rahat ve mutlu hayatımıza devam edebileceğimizden bahsediyormuş.Kafamızı karıştırmak için yaptıklarını romanında tüm kahramanlara da aynı şekilde yaptırıyormuş yazarımız,romanı okurken biz yazar ve kahramanlar içiçe birbirine giriyor çelişkiler yumağında kayboluyormuşuz .O kadar çok okuyucusu olmasını ve onlar tarafından takdir edilmeyi bekliyormuş ama belli etmiyormuş ki bu yazar hikayelerindeki yazar , şairler ve onların takıntılı okuyucu ilişkilerine bir katil-makdül ilişkisi havası veriyormuş,bu havayı verirken romanlarını okuyan takıntılı ve kaygılı okuyucuların rüyalarında onla köşekapmaca oynadıklarını bilmiyormuş,bu okuyucular rüyalarında bazen yazarın bir paneline katılıyor olur olmaz bir yerde ayağa kalkarak yazarın son yazdığı romanı yazara fırlatarak 'bunu ben yazdım yalancı' diye bağırıyor ,bazen telefonda yazarla romanındaki kahramanların hikayelerini uzun uzadıya anlatıp kendini dikkatli bir okuyucu olarak kanıtladıktan sonra yazardan en kısa sürede görüşmek için randevu rica ediyor ve cevabını almadan çoğu zaman rüya bitiyormuş.Aynı rüyanın sonu farklı olan çeşitlerinde randevu alamayan okuyucu yazara hakaret etmeye başlıyor onun vatan haini olduğunu tüm toplumu kendi aforizmalarına inandırdığını onun yüzünden hayatların mahvolduğunu artık kimsenin kendisi olmadığını bildiğini ve ona inananların yaşadığı hayata uzaktan bir başkasını izler gibi baktığı için mutsuz olduğunu, böyle giderse toplumda geniş çaplı intiharların olabileceğini bunun sorumlusunun o olduğunu söylüyor, sormadığı soruya cevap bekleyen olarak da telefon kapanıyormuş.

Gel zaman git zaman yazarımızın ünü ülkesini aşmış romanları dünyanın çeşitli dillerine çevrilmeye övgüler ve ödüller almaya başlamış,maddi kaygıları zaten hiç yaşamamış olan yazarımız dünyanın tanıdığı bir yazar haline gelmiş,şimdiye kadar apolitik tavırlarıyla tanınan yazar bir gün bir gazeteciyle röpörtaj yapmış ve ülke için hassas kabul edilen tarihi bir konuda resmi görüşün tersine bir görüşte bulunmuş akabinde ayağa kalkmaya zaten hazır bir refleks içinde olan ülkenin koruyucuları ayağa kalkmış ,yazar çok korkmuş çünkü ülkenin yakın tarihi yazar ,gazeteci cinayetleriyle doluymuş,ayrıca o kadar çok seviyormuş ki yazmayı sırf bu yüzden öldürülmekten korkuyormuş,ülke tetikçilerinin seferber olduğu hatta ülke koruyucularının çoktan kalemini kırdığından bahsediliyormuş çoğu yerde,tam o günlerde dünyanın en büyük edebiyat ödülünü alan yazarımızın tüm edebi geçmişi silinivermiş ülkesi tarafından ,hatta ülkenin cumhurbaşkanı tebrik bile etmemiş ,halbuki tarihlerinde böyle bir ödül alan bir yazarda yokmuş.Ülke çıkarları gereği katli vacip olan yazarımız o çok sevdiği ,sokaklarında kahramanlarıyla gezinmekten hoşlandığı şehri bırakıp gitmiş.

Gönüllü sürgüne gittiği yabancı şehir ona o kadar uzakmış ki ,şehrin insanlarının yüzünde okunacak hiçbir harf yokmuş,tüm ülke ve insanlar tüketerek yaşayabiliyorlar, teknolojik olarak çok ilerde oldukları ve dünyanın hakimi olduklarından dolayı kendilerine bu payenin ilahi bir güç tarafından verildiğini zanneden bir başkanları bile varmış hatta.

Şehzadelerinden,cücelerinden mankenci ustalarından,çocuk padişahlarından,apartmanın karşısındaki ıvır zıvır herşeyi satan dükkandan,kahramanlarının onları terk eden sevgililerini ararken kaldıkları şehrin yıkılmaya yüz tutmuş dökük otellerinden,karısınla kavga ettiğinden dolayı karısına küfreder ses tonuyla sabah ezanı okuyan müezzinden,birbirinin kuyusunu kazan nakkaşlardan,kendilerine saat isimleri veren yarı resmi teşkilatlardan,artık anca demiryolu müzesinde sergilenen demiryolu dergisinde mutlu çocukların sonu mutlu biten yaramazlık hikayerinden,üzerine kireç vurulmuş olmasına rağmen okunan 'tek yol devrim ' ,'emperyalizme savaşımız devam edecek' türünden yazılan yazılardan, sabahın ilerlemiş saatlerinde kadınların pencerelerinden dedikodu yaptığı yosun tutmuş merdivenleri olan dar ve dik merdiven sokaklarından geçemediği şehrinden uzak kalmış,artık hiçbir şey yazamaz olmuş,yazamama krizine giren yazarımız masasında babasının ona ölmeden önce verdiği bavula bakarken bir tarafdan da pencereden yaşadığı ruhsuz ve tarihsiz şehrin ışıkları arasında o gece hayatında ilk defa ölümü istemişti.

Fotoğraflar:Nuri Bilge Ceylan

10 Şubat 2009 Salı

Sanki bir başkası










Anadolu'nun ücra kasabalarından birinde bir otobüs molasında kılacaktı namazını ,otobüs tamda yatsı vaktinde mola vermiş ,şöföre de molayı biraz uzun tutması için rica etmişti,şöför de kırmamıştı ricasını.Kasabının lokantasına en yakın,şadırvanından kapanmayan musluğundan gürül gürül mineral sular akan camiye girdi,telaşlıydı diğer yolcuların zamanını çalmadan biran önce namazı kılacak ,çıkıp otobüse binip daha önce hiç görmediği ,kitaplarını okuduğu ,hayatını ,sözlerini ezberlediği alimler alimi ,gönüllerin sultanı Mevlana'sının türbesini görecek ,Konya'da türbenin bahçesinde neyden nameler dinleyecekti.Dua etmişti yaradana Tebrizli Şems'in ettiği duaya benzer bir dua :'Allahım bana bir mürşit ver ,ver ki şu gönlümün ağırlığından kurtulayım ver ki sana ulaşayım,ver ki dinledikçe sözünü ,gördükçe yüzünü seni anayım,senin en yakın dostlarından ver ki bana onun elini tuttukça şefaat alayım,şefaat aldıkça sana varayım.'Duyduğu Kuran'ın sesiydi,duyduğu arkası cemaatine,önü kıbleye dönük hocanın sesiydi,duyduğu ses bir daha hiç alamayacağı nefesin sesiydi,ses Allah'ın kainatta en güzel yarattığı insanın ,insanların en güzelinin sesiydi sanki.Ses yankılandıkça eski caminin mihrabında O, sesi aştı,cematten ayrıldı ,bir an namaz kılmayı unuttu,ettiği duaların ahengi bozuldu ,son başa ,baş sona geldi.Ses devam etti son bularak Amener Rasulu duasıyla.
'Ey Rabbimiz,mağfiretini isteriz Son varışımız ancak sanadır” dediler.Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.Herkesin kazandığı hayır faidesine,yaptığı şer kendi zararınadır”Ey Rabbimiz,unuttuk,yahut yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme Ey Rabbimiz,bizden evvelki ümmetlere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme,Ey Rabbimiz takat getiremeyeceğimizi bize taşıtma.Bizden sadır olan günahları sil,bağışla,bizi esirge Sen mevlamızsın bizim,artık kafirler ruhuna karşı bize yardım et”
Camiye şöför geldi,'hocam gitmiyor muyuz' namaz bitti cemaat dağıldı.'Siz gidin,benim bavuluda lokantanın yanındaki otele bırakın,sizi de alıkoydum kusuruma bakmayın bir süre dinleneceğim burda ' dedi.
İşte O'ydu,mürşidi,sesi,nefesi,onun için gelmişti uzaklardan Mevlana'sına ulaşmadan bulmuştu O'nu,yüzündeki nurlar dağılıyordu çevreye, o nurlardı gürül gürül aktıran suları musluklardan çorak bir Anadolu kasabasında, o ses gönüllerin hepsini deliyor geçiyordu,o ses 'gel' diyordu 'mürşidin benim,aşığın benim'.Bu topraklardan çıkacaktı tabi ki o nefes,bu topraklardan çıkmıştı Yunus Emre,Hacı Bektaş,Pir Sultan,Mevlana.O'na doğru ilerledi,ağzı kilitlenmiş,sözcükleri tüketmişti,ellerini sıvazladılar 'Allah kabul etsin 'dediler karşılıklı'.
Sonraki günlerde camiden en son hoca ile birlikte çıktı,ne zaman birşey söylemeye niyetlense tüm sözcükler uçuyordu hafızasından dili kilitleniyordu,yeni yetme çocuk aşıklar gibi kelimeler bit yolunu bulsada bir mana çerçevesinde buluşamıyordu,diğer zamanlarda şadırvanın başında akan suyun sesini dinledi,tepelerde koyunları otlatan çobana arkadaşlık etti,çoban onu yabancı bulduğundan açıldı ;tepelerde gezerken ,her gün acaba hangi koyunu bir yerlere saklasam da sahibine kaçtı desem sonrada sakladığım koyunu öbür köye götürüp satsam diye düşündüğünü ,şimdiye kadar bunu gerçekleştirmese de artık dayanamadığını günün birinde yapacağını söyledi,çoban için dua etti,bu kadar sulakken heryer çevrede hiçbir ağacın yetişmediğine şaşırdı ama Rabbinin hikmetine sual olmayacağından sormadı,sustu.Sabah namazlarından birinde hoca okudu,o dinledi.Ses yankılandıkça ,ses yükselip alçaldıkça artık O, sanki O olmadığını fark etti,O artık sanki başka biriydi,ellerine baktı tanımadı,tanımadığı ellerini tanıyamayacağı yüzüne götürerek sıvazladı amin der gibi,kulakları çınlamaya başladı,çınladıkça ses azalmaya başladı ,geride bıraktığı hayatta bıraktığı hiçbir şeyi hatırlamıyordu ,ses iyice kayboldu,ses sustu,ses sustuğunda bir acıdan ziyade bir sızı hissetti,kağıt keser ya deriyi öyle ince bir sızı,ellerini yüzünden indirdiğinde sanki O daha başka biriydi,ortada ne ses,ne hoca ne cami vardı.Sadece koca bir sessizlikdi kalan.
Otobüsün muavini uyuyan yolcuya 'hocam Konya'ya geliyoruz bagaj sağda mıydı diye sordu ,yolcu artık Konya'daydı ,suskunların bahçesini göremeden suskunlardan olmuştu.