29 Ocak 2009 Perşembe

'72 model Gran Torino


















Client Eastwood'un 'Kirli Henry' serilerini hatırlamayan yoktur,Client kovboyluktan polisliğe terfi etmişti,40 kadar kötü adam feci şekilde öldürülürdü,Henry sürekli amirlerinden azar işitir,bazen de masa başı görevine sürülürdü,bu film birazda olsa bize Henry 'yi hatırlatıverdi.
Haydi Henry derken eski günlerin hatırına farklı bir sonla başbaşa kaldık.Polonyalı Amerikalı ,savaş üstün başarı madalyası sahibi Walt karakteri, 'Kirli Henry 'sinden daha ırkçı bir karakter,yıllarca Amerikan değerleri üzerine kurulmuş hayatında Walt'in tüm komşuları göçmen Koreliler ,Walt ise bir kore gazisi kaç Koreli öldürdüğünü bile bilmiyor.Korelilerin göç etmelerinin sebebi belli ' Amerika kardeşlerimize saldırdı,sonrada bizi orda yalnız bıraktı,bizde buraya geldik.'Ölüm hayat üzerine ,karakterler basit hayatlarını yaşarken bir özürleri yok fakat Walt'ın geçmişi unutmayı başaramadığı savaşta öldürdüğü ölü Korelilerle sarılı ,Walt'ın söylediği nerdeyse sözlerin hepsi ırkçı neyse ki bu ırkçı söylem zamanla şakaya dönüşüyor ,hayatta karısı hariç kimseye değer vermeyen Walt karısının ölümüyle diğer önem verdiği '72 model Ford Gran Torino'yu çalmaya çalışan Koreli komuşunun bir rol modeli olmaya karar veriyor,Walt geçmişin acısını belki de Amerikanın acısını günah çıkarıyor,yalnızca günahlardan hiçbiri niye biz ordaydık şeklinde değil ,Walt'un geçmişte yaptığı basit günahlardan örtülü.Asıl günah çıkarma ,hayata karşı ölümü mecburen kabul etmek şeklinde. Amerika istediği kadar melez başkan seçsin ,istediği kadar değişim istesin Wasp mentalitesinin bu kadar egemen olduğu bir Amerika'da Walt gibiler o kadar fazla ki.Filmin diğer bir anlatmak istediği konu kaybedilen aile ve komşuluk kavramı üzerine film ciddi bir şekilde haydi Amerika diyor Gran Torino'yu kaybetmeden aile olalım.Film altın kürede 2 dalda adaydı fakat Oscar adaylığı gelmedi,prodüksiyon zayıf geldi Iwo Jima'dan sonra bana.Ama 'Kirli Henry'yi bize bir nebze de hatırlattığı için Client'e teşekkürü borç biliriz.

filmin imdb linki:http://www.imdb.com/title/tt1205489/
filmin orjinal sitesi:http://www.thegrantorino.com/

26 Ocak 2009 Pazartesi

Amerikan Güreşçisi,eski tüfeklerden Mickey Rourke




Güreşçi
Ram (parçala) lakaplı amerikan güreşçisini canlandıran Mickey Rourke ,filmdeki rolüyle Altın küre en iyi oyuncu ödülünü aldığı törendeki konuşmasında filmin yönetmeni Darren Aronofsky için '30 yılda bir yönetmen gelir işte Darren da onlardan biri, benim gibi batmış bir adama bu rolü oynattı 'diyerek ödülü yönetmenine ithaf etti ,yönetmende aynı esnada tevazu göstererk Micky'ye orta parmak hareketi yaptı.Darren'ı 'Requiem for a dream' ve 'Fountain' filmlerinden hatırlıyoruz 98 yılında ise ilk filmi 'Pi' ile eleştirmenlerden övgü almıştı ,zeki bir yönetmen olduğu kesin,son hamleyi hep seyirciye bırakarak sinemadan çıkan seyircinin film üzerine tartışmasını ,filmin son karesinin çekiminin seyirciye bırakılmasını isteyen bir yönetmen.Ayrıca şiddet ,uyuşturucu ve cinselliğin bir nebze yükseltilmiş ayarını yapan Darren ,eminim ki filmin gösterdiği başarıdan sonra daha fazla projeye imza atacak ,Darren filmografisi ileriki yıllarda oluşacak ve elimizde eleştirmek için yönetmenle ilgili daha fazla done olacak.
Marisa Tomei tam 46 yaşında ve gerçekten mükemmel olmasa da vücuduna bu şekilde baktığı için bile Oscar adayı olmayı hak ediyor.Çocukluğumuzda seyrettimiz amerikan güreşlerinde güreşçilerin nasıl bu şekilde öldüresiye kavga ettiklerine anlam veremezdik ,ta ki birileri çıkıp arkadaşlar bunlar rol yapıyor kavga ediyormuş gibi yapıyor ,dublör bunlar deyinceye kadar.Fakat filmle birlikte anlıyoruz ki bu oyun da olsa kolay değil ,Ram (Mickey) filmde geçmiş yıllarda vucüdunun yaşadıklarını anlatınca anlıyoruz kolay olmadığını.Ram'in kesilmeyen kası,kırılmayan kemiği kalmamış nerdeyse.Ram (Mickey) tam bir loser,ama gerçek hayatında bir loser...
Amerika'da loser olmak:Sürekli bir işin olmaması,genelde kiralık karavanlarda süren yaşam,uyuşturucu olmazsa olmazı.Ringlerde ise o bir fenemon,herkesin sevdiği seyircilerin taptığı bir isim,hayatta kimseden sevgi bulmayan ki aslında geçmişte bu sevgiyi hak edecek hiçbir şey yapmadığın da bilincinde olan bir loser.Guns and Roses müziği eşliğinde serseri hayat ,Aerosmith tabiriyle kıyılarda yaşamış(living on the edge) bir adam.50 li yaşlarında artık vücudu ona hizmet etmeyi bıraknış ,bir ecza deposu gibi kullandığı kaslı vucuduna artık kalbi söz dinletmemeye başladığında Ram ringleri bırakıyor ,velakin garibin hayatla bağlantısı kızı,onu müşteri olarak gören Cassidy (Marisa Tomei) adındaki striptizci arkadaşı ki Ram ona bir nebze aşık, onu aşalayıp yüzüstü bırakınca da son vuruşu ringlerde arıyor ,doktorların artık ringler bitti uyarına rağmen...
Mickey bu rollerin adamı ,O Bukowski'nin rockçı versiyorunu,O asi bir boksör, en son maçını Japonya'da knock utla kazanan,O artık unutulmaya başlanan '80 lerin adamı gerçek hayatını film olarak oynayanlardan.Bu film izlenir hele '80 lerde rock dinleyip amerikan güreşi seyredip Bukowski okuyan bir kuşaksanız bu filme bayılacaksınız,filmde de denildiği gibi '90 lardan nefret ediyorun, Curt Cobain herşeyi öldürdü.

23 Ocak 2009 Cuma

Çanakkale'li Orhan'a iki el şiir:Orhan Talat Şalcıoğlu anısına







Resmini hayal meyal hatırlıyorum diye yazmaya başlayacaktım ki,yalan yazacağımı fark ettim,yazmadım,yüzünü hiç hatırlamıyorum,ama çıkmıştı resmi ,zamanlardan '93 baharıydı.Çanakkale'nin deniz kenarı çay bahçelerinden birine sevgilimle oturmuş beni İstanbul'a götürecek otobüsü bekliyorduk,ben yolda okumak için yanıma EP adında bir haftalık aktüel dergi almıştım,çay içerken derginin sayfalarını karıştırdım gelişi güzel,başlık ilgimi çekmişti :' Çanakkaleli bir şairin ölümü' ,o zamanlar kendi çapımda bir şairdim ve Çanakkale sevgilimin bu şehirde üniversite okumasından dolayı sık ziyaret ettiğim bir şehirdi.Yazıyı sonuna kadar okudum,otobüsün gecikip gecikmesine aldırmadan intihar eden şair ' Orhan Talat Şalcıoğlu'nun ilk ve son şiir kitabını basan ABC Yayınevini aradık,bulduk ve kitaptan alamadık çünkü kitap henüz baskıdaydı,sevgilim İstanbul'a ilk gelişinde getireceğini söz verdi ve kısa zamanda İstanbul'a kitaplardan 3-4 tane getirdi,çünkü arkadaşlarımda merak etmişti Çanakkale'li ölü şairi.


Gece nedense birden aklıma geldi,kitaplığımdan şiir kitabını aradım, bulmam zor oldu çünkü kitabın ilk baskısının üzerinde adı da yazmıyordu,ama buldum ,gerçi kitabın başka bir baskısı da olmamıştı.Google'da ölü ozanın ismini yazdım ,bir sitede ki Çanakkale'yi tanıtan bir siteydi şairin adının Çanakkale'de bir sokağa verildiğini ,başka bir sitede ise bir yeni çıkmış bir kitaptan bahsediliyordu 'İntihar eden şairler antolojisi' ismi geçiyordu,söz konusu şairimizde yerli intiharlı şairler arasındaydı,intiharla ilgili bir forum sitesinde şairlerden bahseden biri adından bahsetmişti ama sadece Çanakkale'li bir şair diye yazmıştı, başka bir bilgi yoktu.
Hafızamı taradım ,o günkü EP dergisinde yazılanları hatırlamaya çalıştım,Orhan kimdi? neden intihar etmişti?Kitapdaki şiirleri okumaya başladım herşey aydınlanmaya başlıyordu.

Kitabın (Hades) son sayfasından
1960 kışında dünyanın
kapısını Noel Baba gibi
tıklattım.'Gaz kokan' 'Gazi'
İlkokulu'nu bitirdikten
sonra,Merkez
Ortaokulu'nun
labirentlerini alçak
sürünmeyle aştım.
Eğitimim Özel Şişli
Lisesi'nde sürdürdüm.Lise
diplomamı rüzgarların hiç
dinmediği Şehitler
Diyarı'ndan aldım.
Marmara Üniversitesi
İngilizce Bölümü'nden ön lisansla
mezun oldum.
İçiyorum...

Şiirlerinden bazıları

Kentte Özlem

Kentimde bu akşam özlem
altıyı tam çeyrek geçiyor
parmak uçlarımda nöbetçi psikopatlar
Bach dinleyip göğsümü mü jiletlesem

Burada bağ evleri yok ki Deli
müteahhitler festival düzenliyor
duyumsayıp devenin adımında ritmi
çok-sazlı evrenselliği yakalıyor

Kale'de bu akşam ölüm
zulmün duvarlarına konser veriyor
sırada kim var hiç bilmiyorum
geriye dönüp marş mı söylesem

Kentimde bu akşam özleminiz bayan
eskilerden bir esmer'i çalıyor
o bir detone tını zaten olmayan
Wagner'in patetik yurtttan sesler'i

Bu akşam soluduğumu eski bir mahzen
beynime rotatif ton yapıyor
ve yerli fasonlar localaşırken
bir eylül sabahını anımsatıyor.

-?-

Adım Orhan
kaldı ki günatımlarından alacakaranlıklara
ne hakla aldınız dipsomanlığımı
inerken ytepenize şarjör şarjör paranoya
siz hiç
ihanet minör horladınız mı
insanlık onurunun günlük kuru
yafta edilip dosyalanırken
kovulup malum bir şubeden
siz hiç
Wagneryan bir konçerto oldunuz mu

pireler berber
thatcher falkland menapozunda
brejnev demokrasi sevk ederken afganistan'a
ve şamir ellerken kızgın demiri bir cumartesi
siz hiç
ingilizce iğfal edildiniz mi

ne diyeceksiniz çocuklara
hangi kuburlarda öldü spermleriniz
kim dinletmedi pink'i onlara
kanın kanı onduğunu gördünüz mü
siz hiç
üzgünüm 7'li öldünüz mü

-Peşisıra Desinler ki Kadınıma
Peşisıra desinler ki kadınıma;
şu senin adam vardı ya senin adam
ne lafta anlardı ne deften
yapmadığını koymadı yaptı ne dedikse tersini
içme dedik içti
yazma diyemedik çünkü yazıyordu
ama anlaşılmaz bir yanı vardı
bir sevda diyordu bir sevda
ama sen miydin bir başkası mı bilinmez
ama ne sevda
toprağını sevdirdi garibana

-Delirium Tremens-

Yüzüm avuç avuş sönmemiş kireç
Bodleryan bir yaşamın kasıklarından
Düşmüşüm en kimsenin rahimlerine
Yedi yataklı bir iç sıkıntısındayım

Benim dependansıma kim karar verir
Bir detoksikasyonun arefesinde
'' Lütfen bu son olsun''lu bir klinik
hangi kronikliğimin derinlerinde

Dizelerdir giren damarlarıma
İyi onulmazsa ölüm oranı yüksek
İyi de ben zaten yaşıyor muyumydum
Hangi ihaneti hangi karıma

Dr.bayan siz sağolunuz ama bilemezsiniz
ben yanlış atılmış bir olta düğümü
Avucunuza batan sarpa kılçığı
Yasak sularda voli yapan bir balıkçıyken
Bilemezsiniz kaç kulaç öldüğümü
-Pastoral Yanılgı-
Tunusbağı'nda iniyorum otobüsten
mezartaşları her iki yanım
kulaklarımda Vivaldi dört mevsim pastoral
kimbilir belki de aradığım
bir sonraki durak
üşüyorum Üsküdar parkı'nda
dört mevsim sakınarak

-Varsanı
Ne zaman düşlesem seni eskilerden
bir kent ismi düşer usuma
zoralım ve alla edilmiş
çalıntı dizeler gibi
sonra yüzler belirir
aldatan esenliğinde bir verem sonrasının
apak bir geceye giyinik
bir de sesler-sesler aşırı
belirgin ve
yok kadar gerçek

ne zaman düşlesem seni eskilerden
bir kent ismi eğreti yerinde
ha düştü
ha düşecek

-Hamursuz-
Sıyırdı belinden samını şaron-batıda kan
kıpırdanıyordu
Top..dedi çocuk
'long live palestine' ekledi
oyunu bırakmalı artık
Bekaa'da ezan okunuyordu
Yahudiler mesih görüp düşlerinde ateşe
el sürmezler cumartesileri (öldürmeyeceksin)
On Emir

Kan koşuştırmada sokaklar
hınca hınç Tel Aviv
binlerce ölü veyaralı bir o kadar
kızgın demir
Yıkılıp minareler susunca ezan
ölüler şehadet getiremezler
Cumartesiydi belki de günlerden o gün
daha batıda ezan okunan bir ülkede
Sorumluluğunda gırtlağını kanla temizlemenin
-Bu haklı davalarında Filistinli kardeşlerimizin...
Aynı bülten yinelenirken beş kez aynı gün
bir yetkili ağız:Biz...dedi
Ve aynı gün Filistinli yaralı ve çocuklar
rededildi.

Hara Kiri

çok keskin bir bıçak veriniz lütfen bana
işte bu çok güzel olacak
üşüyorum gibiyim biraz
bozar mı bugün hava
ivedi olmalıyım
hesap benim
ben ödeyeceğim
amomori'm yok muskam da
ne cami isterim ne omiya
çok keskin bir bıçak veriniz lütfen bana
Orhan Talat Şalcıoğlu '93 yılında Fatih Sultan Mehmet'in çingeneleri kalebent yaptığı şehir Çanakkale'de intihar etmişti,geride sadece şiirlerini bıraktı,onun şiir ve içki arkadaşları şiirlerini bastırdılar,şiir kitabının ismi Hades'di ,yer altı kötülük tanrısı;Orhan yaşasaydı ünlü bir şair olur muydu memleketlisi Ece Ayhan gibi ,ya da zamanla unutur muydu acıları ,şiirleri bilmiyorum, hiçbir zamanda bilemeyeceğiz.

22 Ocak 2009 Perşembe

HAYALLERİN PEŞİNDE (REVOLUTIONARY ROAD)




















HAYALLERİN PEŞİNDE
Sam Mendes'i en son Amerikan ahlakını eleştiren Amerikan Güzeli filminde bırakmıştık filmin baş kadın oyuncusu Kate Winslet'in eşi olan yönetmen bu sefer Richard Yates'in romanından uyarlanan Revolutionary Road filmiyle karşımızda film Altın Küre'den 2 ödülle döndü tabi ki ödüller güzel eşi Kate Winslet ve yine eski dostlar Leonardo di Caprio,onları da en son '97 yılında buzdağına çarpmış bir halde sevgili olarak bırakmıştık şimdi karı koca olarak buluyoruz.
2.dünya Savaşı sonrası küçük bir kasabada geçen film evli ve 2 çocuklu çiftin mutsuzlukları üzerine kurulmuş bir drama.Yıkılan hayaller,3.kişilerde mutluluk arama denemeleri ,kariyer ve başarı üzerine odaklanan Amerikan dünyası.Filmin Amerikan Güzeli filmine benzeyen yanı iki filmin de orta sınıf Amerikan ahlakı eleştirisini yapması fakat bu filmin farkı karakterlerin mutsuzlukdan rahatsız olmaları Amerikan Güzeli'nde ise herşey yolunda gözüküyordu.
Filmde bana Kate Winslet'in yaşadığı mutsuzluk,Virginia Woolfvari geldi,kasaba sıkıntısı,başarısızlık,herşey var ama mutluluk yok .Çiftin mutsuzluğu Paris'e taşınma fikriyle kısa bir süre bitiyor, planlar Frank'in (Leonardo) yeni iş teklifi alması ile bozuluyor.Tekrar başa dönüyoruz mahkeme kararlarında yazıldığı gibi evlilik çiftler için katlanılmaz hale geliyor.
Filmde emlakçı komşu Kathy Bates'in (Mrs Givings) ruh sağlığı bozuk oğlunu oynayan Michael Shannon'a dikkat 3-5 dk lık oyunuyla yardımcı rolde Oscar'a aday olan bir karakter var karşımızda, Leo ile oynadıkları bir sahne var ki filmin seyredilmeye en değer sahnesi, birbirlerine sanki aktörlük dersi veriyorlar.Leonardo da bence aday olmalıydı ama olmadı,Akademi de Sean Penn takıntısı olduğu için alması biraz zor olacaktı.Zaten düz karakterler yerine aykırı karakterler daha fazla şanslı ödüllerde.Ayrıca siyasallaşan Amerika'da eşcinsel bir siyasi karakter her zaman ödüle daha yakın olur.Sean Penn'e haksızlık yapmayalım ama bu bebek yüzlü Leo da en başarılı oyununu sergiliyor.
Hayallerin peşinde gel-gitlerin çok olduğu ,sürpriz beklentilerin olmadığı bir film 'Revolutionary Road' modern evliliklerin yaşadığı sorunlar ,karşılılıklı çiftlerin kariyer ve başarı hedefleri arasındaki uyumsuzluk,kadının aile içindeki çocuk bakıcısı rolünün getirmiş olduğu yük,kariyerin sona ermesi,hayatın her geçen gün aynı şekilde devam eden rutinselliği , bu rutini kırıp özgür olamamak gibi sorunlar filmin temaları.Bu arada filmdeki roluyle Kate Winslet Altın Küre aldı ,fakat rolle değil 'The Reader' filmindeki roluyle Oscar'a aday oldu,demek ki akademi filmi çok fazla tutmadı. En iyi film adayları arasında da değil zaten.
Frank (Leo) aslında bir bakıma tercih yapıyor ve hayatta yaptığımız tercihler bazen bizi kariyer ve başarıya ulaştırsa da bunları kazanırken bazı şeyleri feda etmek durumunda da kalabiliyoruz .Maddi hayatın içine boğulmuş ;hayatını, geleceğe ve paraya odaklamış insanların dramı olarak karşımıza gelen filmde bazı gaflar da mevcut, mesele Kate'in bir telefon konuşmasında kullandığı telefon modeli o yıllarda daha henüz keşfedilmemiş bir model,
Sam Mendes konuya ve karısına o kadar yoğunlaşmış ki gözden kaçırmış olabilir diye düşünüyorum,ayrıca kapalı elbiseler üzerinden yapılan şipşak sevişme sahnelerini Sam Mendes'in kıskançlıkdan dolayı bu şekilde çektiğini düşünüyorum,o zaman diyeceksin ki kardeşim karının oynadığı filmleri çekme git Scarlet'i,Angelina'yı filan oynat.Adam ne yapsın romanı ilk önce karısı Kate Winslet okumuş ve Leo ile beraber oynamaları için baskı kurmuş.
Filmin bana getirdiği güzellik,İngiliz edebiyatın en kadın yazarı Virginia Woolf'u özlediğimi hatırlamak oldu çoktandır unutmuştum sıkıntıların ve güzel tasvirlerin yazarını ,köşeme çekilip
'Mrs Dalloway' okuyup ,The Hours'u tekrar seyredecem ,yanına da kahve güzel gider.







21 Ocak 2009 Çarşamba

Milyoner Kenarmahalle İti.













Danny Boyle,Latika ve Jamal Malik
Altın Küre ödülünü alırken



En çok merak ettiğim konulardan biri 'Slumdog Millionaire' filmi Türkiye'de vizyona girince filmin adının nasıl Türkçeye nasıl çevrileceği hakkında 'milyoner kenar mahalle iti 'diye çevrilmeyecek kuşkusuz ,benim aklıma en yatkın geleni 'varoş milyoneri' şeklinde bir çeviri.Bekleyip göreceğiz. Film iki saat boyunca yerimizden kıpırdamadan bizi Hindistan'ın varoşlarından (bizim varoşlar bunların yanında Taj Mahal gibi kalıyor),yeni gelişen yüksek binalarla dolan Mumbai şehrine , ordan da dünyanın sayılı tarihi yapılarından olan olan Taj Mahal'e götürürken ,ön planda ise bir aşk öyküsü yüreğimizi ısıtıyor ,bu film son yıllarda gördüğüm en güzel aşk filmi .'Issız Adam' filmine aşk filmi diyenler bu filme ne diyecekler acaba merak ediyorum. Bu filmde tükeniş yok ,arama var umudunu kaybetmemek var ,aradığını bulunca mutlu olmak var,bu film aynı zamanda bir varoluş filmi ,Hindistan'da var olabilmek ne kadar zor bunu yönetmenin hızlı kamerasından özellikle trende yapılan çekimlerde anlayabilirsiniz.Trenden düşen çocukların toz duman içinde savrulduktan sonra kalktıklarında büyümüş olmaları bize bu ülkede büyümenin ne kadar zor olduğunu da gösteriyor.
Dünyada bir dünya var orayı biz ne kadar görmek istemesek de yönetmen bize öyle mistik,öyle vahşi,muzip bir şekilde gösteriyor ki ,biz bu dünyanın yakıcı sarı güneşinden gözlerimizi kör etme pahasına kurtulmak istemiyoruz filmin sonuna kadar.Çılgın kalabalıkların arasında baharat kokusunu duyarken dilenci çocuklar sarıyor etrafımızı.
Filmin kurgusu müthiş , başrol oyuncusu Jamal Malik karakterinin yaşadığı serüven o kadar hızlı dönüyor ki koca Hindistan küçülüveriyor bir çocuğun kalbinde, flashbacklerin arasındaki uyum ne kadar mizahi bir unsur gibi gözüksede içimiz burkulurken gülümseyemiyoruz.İngiliz yönetmen Danny Boyle televizyondan sinemalara geçmiş bir yönetmen 95 yapımı
'Shallow Grave' (mezarını derin kaz) ve '96 yapımı Trainspotting gibi dönemin ses getiren filmlerinden hatırlıyoruz.
Filmin yurtdışı sitelerdeki forumlarında Hint kökenlilerin filmi beğenmediklerini filmde Hintlilerin ve Hindistan'ın kötü bir şekilde gösterildiği hakkında birkaç yazı okudum,bu bana Türkiye hakkında çekilen Batı filmlerinde niye hep Türkiye'nin kötü tarafını çekiyorlar ?İyi taraflarını çekmezler, işlerine gelmez tabi geyiğini hatırlattı.Ortada bir gerçek var ve bu gerçeklik yansıtılırken gereksiz milliyetçilik yapmanın alemi yok diye düşünüyorum.Gerçek Hindistan'da veya başka fakir ülkelerde çocukların yaşadığı dram.Hatta Kalküta'daki çocuk fahişelerle ilgili bir belgeselin geçmiş yıllarda çekildiğini ve çok yankı bulduğunu biliyoruz.
Filmin konusuna gelince film iki müslüman Hintli küçük erkek kardeşin annelerini müslümanlara yapılan bir katliamda kaybetmesiyle aralarına aldıkları komşu kızı Latika'yla birlikte çıktıkları serüvende başlarına gelen kötülükler ,küçük kardeş Jamal'in Latika'ya olan aşkı onu kaybedişi ,bulmak için abisi Salim ile beraber araması ,sonunda buldum derken,kötülüğe yenik düşen ağabeyi tarafından Jamal'in hem Latika'sız ,hem Salim'siz kalışı ,Jamal'in girdiği 'Kim Milyoner Olmak İster ' tarzı bilgi yarışmasının sorularına verilen cevaplar eşliğinde anlatılıyor.Jamal'in verdiği her doğru cevap ,geçmişte yaşayarak öğrendikleri; yarışma sunucusu profesörlerin veremediği sorulara bir çaycı nasıl cevap verir derken Jamal yarışma arası büyük bir resmi işkenceye maruz kalıyor,acaba Jamal yarışmada hile mi yapıyor?Jamal bu kötü dünyada sadece aşkı sayesinde masum ve saf kalabilmiş bir insan.
Hint rupisindeki Gandi resmini tanımayan Jamal,100 USD banknottaki Benjamin Franklin'i nerden tanıyor da doğru cevabı veriyor işte bunlar Jamal'in hayatında saklı bilgiler.
Jamal hem yarışmadaki soruları cevaplıyor,hem polisin sorgusuna cevap veriyor bizde Jamalin serüvenini seyrediyoruz.Jamal'e soru soruldukça soruların cevaplarını geçmişinde arıyor buluyor yarışma ilerledikçe sona yaklaşılıyor.Jamal'in derdi aşkı Latika, yarışmaya girme sebebi bile acaba benim bulamadığım Latika beni seyreder de bulabilir mi? Jamal'in derdi aşkı.Kazanacağı milyonlar değil. Bu film bence 21.yüzyıl bir Hint Masalı.
Altın Küre ödüllerinde en iyi film,en iyi yönetmen başta olmak üzere 4 ödül alan film Oscar'ın da en büyük favorilerinden ,bazıları ne kadar yaşasın Bollywood ,kahrolsun Hollywood dese de bu film bir İngiliz-Amerikan ortak yapımı, sadece oyuncular Hintli ve mekan Hindistan.
Filmin bende arıza yaratan en büyük açmazı ki ben bunu Steven Spielberg'in bol ödüllü filmi Schindler List'de de yaşamıştım.Niye filmin başlarında çocuklar ve çevresi Sanskritçe konuşurken,büyüyünce çocuklar dahil herkes Hint aksanlı ama çok güzel anlaşılır bir şekilde İngilizce konuşuyorlar? Schindler List'in de dili Alman aksanlı İngilizce idi.Bunun sebebi kanımca altyazı okumayı sevmeyen İngiliz ve Amerikan seyircisinin filme yakın olmasını sağlamak.Taj Mahal çekimleri turistler yoğun olduğu için özel sabit bir kamerayla gerçekleşmiş,bu çekimlere dikkat özel bir sistem kullanılmış.Başroloyuncu Jamal Malik karakterini oynayan Dev Patel 18 yaşında ,ilk filmi,tecrübesiz oyuncunun yüz mimikleri mükemmel ,Raj Koopervari hintli bakışlarıda var ,daha başka birşeye gerek de yok zaten bir hintli için ,dans ettiğini görmedim ,eğer dans edip şarkı da söylüyorsa Hollywood'da iş bulamazsa Hindistan'da geleceği var şüphesiz.Filmde yalnız Latika karakterinin çocuklukta koyu olan ten rengi büyüdüğünde açılıyor nerdeyse beyaz oluyor,yönetmen aynı ten renginde güzel ve etkileyici büyük karakter oyuncusu bulamadı diye düşündürdü bize. Film bana Brezilya yapımı City Of God (Tanrıkent) filmini alt metin olarak hatırlatsa da bu filmin üst metni aşk ,ve anlatılan aşk çok güzel bir aşk saf ve temiz,ben bu filmi çok sevdim. Seyredenlerinde seveceğine inanıyorum bu sene Oscar'ları toparlarsa hiç şaşırmam.





Radikal'den bir okur yorumu (siyasi bir yorum )beğendiklerim arasında





Slumdog Millionaireden Hindistana bakmak... - 18/1/200913:41
Hindistanı bugunku sınırlarıyla düşünmek yanlış olur, şuan karşımızda başta ingiltere olmak üzere batının el birliğiyle din silahını kullanarak parçaladıkları, yüzlerce inancı barındıran ama hindu tabanlı bir ülke duruyor, bağımsızlığını kazanıncaya kadar hep birlikte yüzbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan batının sömürgesine karşı bir mücadele ve birlik, fakat sonuçta bu büyük mücadeye gölge düşüren oyunun parçası haline gelme durumu (Gandhinin son hayali yine bu ülkeyi birlikte görebilmekti),yüz yıllardır sömürülmüş batının tüm pis işlerini yapmış,kendi inancınında getirdiği sosyal tabakalaşma altında ezilmiş bir halk. İyi birçok şeyin kaynağı olmasını rağmen insanlık adına büyük kötülüklerinde kökü durumundaki batının (Amerika,Avusturalya,Afrika,Asya,Ortadoğu tüm yaşanan insanlık dışı uygulamalar soykırımlar,savaşlar,sömürüler,açlıklar vs.) yine bir sihirli dokunuşla kendini taçlandırması Slumdog Millionaire. Neden herkes büyük bir başarı gibi görüyor anlamadım,danny boyle ve ekinin son günlerin bomba konusu islami şiddet konusunun (kendilerinin hindistana soktukları ve karşılıklı yaşanılan bu şiddet olgusunu) yanlı ifadesi,sisteminde işine gelen ve hinduların en büyük acısı kast sistemine girmeyip ucundan demogoji nesnesi haline getirilen olaylar,bunun için çocukları kullanması,turistik malzeme haline getirilip içi boşaltılmış hint kültürünü kullanıp ödülleri gerçekten iyi topladı,kendi tarafının hagi konulara nasıl bir duyarlılık göstereceğini bildiğinden herkesin gönlünü okşayan iyi bir production onlar adına teşekkurler ama kendi adıma değil, tek filmlik yönetmen ödülümü Danny Boyle'a veriyorum






filmin imdb linki:http://www.imdb.com/title/tt1010048/







20 Ocak 2009 Salı

Bab-ı Esrar ve Suskunlar'dan Mevlevilik ve ilahi aşk




Ahmet Ümit'in son kitabı 'Bab-ı Esrar'dan' ve İhsan Oktay Anar'ın 'Suskunlar' adlı kitabından alıntılar...

-Tanrı merhametten de şefkatten de daha büyüktür.Tabi ki şiddet ve cezadan da.Onda hepsi vardır,onda hepsi birdir.Bir olmak demek,çok olanı bir görünümde toplamak demektir,ama farklılıklarını silmeden,aynılaştırmadan,birbirine benzetmeden.Çünkü her varoluşun bir anlamı,bir gereği vardır.Çoğu zaman mesele Tanrı'nın ne olduğu değil,bizim onda ne gördüğümüzdür.Sevgi dolu olanlar merhameti görür,zalim olanlar şiddeti.Zeki olanlar aklı görür,aptal olanlar kör inancı,alimler bilimi görür,cahiller mucizeyi.

-İki alem vardır:İlki varlık alemi,ikincisi mana alemi.Varlık alemi gündüz gibidir,olanı biteni açıkça görürsün,kendini kolayca ele verir.Mana alemi ise gece gibidir,onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir.

-Din bildikleri ,kitapta yazılanları harfiyen yerine getirmekti,sanki yaradanın gönüllü kölelere ihtiyacı varmış gibi.İbadet zannettikleri hoşgörüsüzlüktü,sanki Yaradan nefretten hoşlanırmış gibi.İnanç zannettikleri onların kurtuluş garantisiydi her iki cihanda,tövbe tövbe sanki Yaradan tüccarmış gibi.

-Tanrı değişmez diyorlar ya külliyen yanlış.Değişir.Onun hikmetinden sual olunmaz,ama bu kadar çok şey değiştiği için anlamakta zorluk çekiyoruz.Bildiklerimiz,bilinmeze dönüşüyor,yanlışlar doğruya,sevaplar günaha,helaller harama,yalanlar gerçeğe.Böylece ulaşılmaz oluyor o Yüce Varlık,büyük sırrını işte böyle koruyor.

-Ama gözleri dünyanın geçici geçici renkleriyle kör olanlar ne o sır perdesini ,ne de arkasındaki mutlak hakikati görebilirler.

-Çünki insana duyulan aşk da,Allah'a duyulan aşkın bir suretidir.Sen merdivenin ilk basamaklarındasın .Allah'ın aşkına ulaşmak için insanın aşkını öğreniyorsun.Külli aşka ulaşmak için ,cüzi olanı yaşıyorsun.yaşamadan aşkı nasıl bileceksen ki?

-Dervisin dermanı kendi derdinin içindedir.Ama bu derdi tek başına çekmelidir.Yoksa yakınları da ortak olur bu derdi çekmeye.Ki dert onlar için derman değil,illettir.

-Aşk yolculuğu tek kişilik başlar,maşukunu bulunca bir müddet iki kişiyle sürer ama yolun sonunda yine tek başımıza kalırız.Bizde başlayan bizde sona erer.

-Aşıklarını yolu ,kanunu ,ahlakı yoktur.Onların tek yolu vardır:Aşk.Onlar sadece aşkın diliyle konuşurlar.İlim ve aklın dili,aşkın bu renkli dilinin yanında sönmüş bir ateş gibi cansız kalır.

-Arıyorlardı,o sessizlikte kendileri diye aradıkları Cenabı Hak'tan başkası değildi.Bu yüzden biri aşık oldu,diğeri, maşuk.Çünkü aşk olmadan Hakk'a ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Mevlana o an için dedi ki

Gönül ile aşk yüz perdeden soyundu
Her ikisi yan yana,can cana oturdu
O anda ikisinin arasına Cebrail girecek olsa dahi
Aşkın ateşinden kurtulamaz cayır cayır yanardı
.

-Aslolan aramaktır,Allah aynı zamanda içimizdedir.Ama nefsimizin istekleri bizi yanlış yollara sürükler,yemeye,uyumaya,şehvete duyduğumuz açlık,kabaran benliğimiz o kutsal parçayı benliğimizin en kuytu köşelerine iter,işte bu parçayı keşfedene aşık denir.Aramanın kendisi de aşk,lakin arayış tek başına olmaz,bize bir öğretmen ,bir mürşit,bir maşuk gerekir.Çünkü kimse o ince,kılıçtan keskin sevda köprüsünden tek başına geçemez,ama bir kez geçti mi artık maşuka ihtiyaç kalmaz.Aşık da maşuk da seven de sevilen de sadece o kişi olur.Tıpkı Cenabı Hak gibi.

-Hepimiz aynı sebebin neticesiyiz,hepimiz aynı ışığın zerrecikleri,hepimiz aynı Tanrı'nın nefesinden var olduk,suret nedir ki?

-Tam ışığa eriştiğimiz dediğimiz anda bakarsın gönlümüzde bir ağırlık olur,bizi yolumuzdan alıkoyar.Nilüfer çiçeklerinden bir pranga sarılır ayaklarımıza ,yürümemize engel olur,oysa bizim yolculuğumuzda esas olan hafifliktir;gönlümüz o ilahi aşktan başka yükü taşıyamaz.Derviş odur ki bedenden soyunsun,candan sıyrılsın,duygudan kurtulsun,lakin bu iş kolay değildir.

-Neyzen ne kadar usta olursa olsun,her üflediğinde ,her değişik makamda ney kendi özlemini getirir dile.O kesildiği göl kenarını özlemektedir.Çünkü o,göl kenarı denilen bir bütünün parçasıdır.Gerçek huzuru ve mutluluğu ,gerçek sevinci ancak o bütüne ulaştığında bulacaktır.Tıpkı Cenabı Hakk'ın çamurdan yaratıp ,gövdesine yedi delik açtıktan sonra can nefesini üflediği Hz.Adem gibi,kendi ruhundan bir parçayıda onun ruhuna katmıştır.

-Mevlevilikte ölünmez sadece susulur.Ölenler ise sadece susmuş kişilerdir.Onlar aramızda yaşamaya devam ederler.


-SUSKUNLAR adlı kitabından mevlevihane ve mevlevilik tasviri (İHSAN OKTAY ANAR)

''Mihrabın önünde bir halka teşkil edecek şekilde sıralanmış otuz kadar Mevlevi,halka boyunca dönen upuzun bir dokuzyüzdoksanlık tespihi çekerlerken,hep birlikte ilk hecede sağa,ikincide ise sola eğilerek ,defalarca ve defalarca İsm-i Celal'i,yani ''Allah'' adını zikrediyorlardı.başlarında 'sikke' dedikleri uzun serpuşları,sırtlarında ise düğmesiz ve iliksiz siyah hırkaları vardı.Hayat denilen şu kısacık yolculukta,ama canlı ve cansız ama güzel ama çirkin ,ama dost ama düşman,kendilerine refakat eden her şeyi sevip koruyan bu ehl-i insaf dervişler,fırlatıldığında bir insanın kafasını dağıtacak bir taşı bile incitmek istemezlerdi.Çünkü biiznillah dile gelse ,sonsuz bir masalı anlatacak o taş ,Allah'ın sırdaşı,dolayısıyla kendilerinin can dostu idi.Kainatın ahengini bozmaktan,yaratılan here şeye zarar ve zeval vermekten çekinen bu efendilerin zikir çektikleri mekan o kadar ferah ve dingindi ki,zincire vurulmuş en saldırgan deliler ve zincirlerinden boşanmış en amansız fırtınalar bile ,böylesi bir yerde huzur bulurdu. ''

İhsan Oktay Anar ,Suskunlar adlı romanın bir bölümünü Eflatun adındaki temiz kalpli kişinin macerasına ayırmış bu macera bana Homeros'un Odisseas destanını hatırlattı, Osmanlı İstanbul'unda duyduğu 'gel' sesine uyarak türlü belalar ve türlü dehşetengiz olaylardan sonra Eflatun bir mevlevihaneye gelir. Bana siz mi 'gel' dediniz diye sorar şeyhe ,şeyh 'Biz insanlara 'Gel ' diyenlerdeniz.Doğru yere geldin. Peki beni niye çağırdınız? ''Senin temiz kalbine ihtiyacımız var.Bazıları buraya gelir ve huzur bulur,yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzur buluruz.Ayrıca senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil onların sana 'Git' demeleri.Hiç kimseye 'kötüdür' deme.Aslında onlar ,bilmeden iyilik eden insanlardır. ''

Bab-ı Esrar'dan
-Bazen melekler kıskanır masumiyetimizi,bazen kötülüğümüz görür de şeytan saklanacak yer arar.Hayat şekle sokulamaz,nefes hapsedilmez,istek bağlanamaz,nef hiçbir zaman tümüyle öldürülemez.İyi mi yararlıdır,yoksa kötümü her zaman bilinemez.Gün gelir bir kötülük ,bin iyilikten daha faydalı olur

-Allahın kılıcı (Seyfullah) lakaplı Tebrizli Şems'den

Eğer Yahuda ,Hazreti İsa'yı ihbar etmeseydi,İsa nasıl göğe yükselecekti?Eğer İsa çarmıha gerilmeseydi,yani insanlığın bütün günahlarının bedelini kendi bedeniyle ödemeseydi,nasıl ölümsüz olacaktı?Oniki havariden yükü en ağır olanı Yahuda'ydı. Öteki havariler ,inançları için canlarını vermeyi göze alarak azizlik mertebesine ulaştılar.Elbette hayırlı bir işti yaptıkları,ama asıl marifet inancın için iyi olmak kadar,kötü olmayı da başarabilmekte.İblis gibi lanetlenmeyi göze alabilmekte.Sadece senin bildiğin hakikatın ağır yükünü taşıyabilmekte Yahuda bunu yapmıştı,kutsal yazgının yerine gelmesi için sadece bedeninin değil ,ruhunu da kurban olarak sunmuştu İsa Peygamber'in ayaklarının dibine.

Kitaplar:
Ahmet Ümit Doğan Kitap 'Bab-ı Esrar'
İhsan Oktay Anar 'Suskunlar'
mevlevilik hakkında en kapsamlı site:http://semazen.net/














-

19 Ocak 2009 Pazartesi

Barbarların İstanbul'u










Büyük üstad Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Beş Şehir' adındaki kitabının İstanbul bölümünden ''Çocukluğumda ,bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık.Sık sık hastalanır,humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:-Çırçır,Karakulak,Şifa suyu,Hünkar suyu,Taşdelen,Sırmakeş...

Birgün damadı babama :' bu onun tılsımı ,sayıklayınca iyileşir' demişti.Bu kadın sonra ne oldu bilmiyorum.Fakat içimde bir taraf ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hala inanıyor.

İstanbul bu kadın için serin,berrak ,şifalı suların şehriydi.Tıpkı babam için ,hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin,güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi.

Benim içinse 21.yüzyılda İstanbul elden ayaktan düşmüş,hayatının en son günlerinde otel odalarına mahkum kalmış,zamanında şehrin en pahalı ,şatafatlı mekanlarında assolistlik yapmış yaşlı bir kadına benziyor.Bu kadının tek tesellisi eskiyi anmak.Okudukça ,hayal ettikçe bu şehrin eski çehresini garip bir ruh haline bürünüyorum ,yaşamdan uzaklaşıyor,yaşadığım her andan mutsuzluk duyuyorum,okudukça ve baktıkça eski fotoğraflarına bu şehrin ,ölümün var sonsuzluğun olmadığına inanıyorum .Gözümü kapatıp açınca tekrar hiç olmazsa şehrin '50 li 60'lı yıllarına dönebilirmiyim diyorum.

Bu şehrin gerçek şehir efsanelerini düşünüyorum ,dedemi düşünüyorum 40'lı yıllarda askerlik yaparken Tarlabaşı'nda Taksim'den Hamiyet Yüceses'in şarkısını duyardık demesi aklıma geliyor.'Makber' uzadıkça şehir ölüyor aklımda, küçülüveriyor tüm gecekondular,Galata kulesi iniveriyor birlikte Karaköy'e he düştü he düşecek denize.Koca Sarayburnu ,Beyazıt ve Yenikapı'nın arasındaki dar sokaklarda bulunan derme çatma atölyelere sığışıveriyor sanki peşinden geliyor Sultan Mehmet'in ordusu.Sahte surlardan ağlama sesleri geliyor. Sesler surdibinde kalmış bina yıkıntılarının arasından Bizans diye ağlıyor,birden hıçkırıklar şimşek sesine dönüşüyor.Marmara Denizinde ilk yolculuğuna çıkan ,hayatında da ilk defa kürek çeken kesiş Andronikos bağırıyor hepsini atacam ,bunların hepsini denize diye.Bilge Karasu 'nun 'Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı' yapıtından :'söylentilere göre ,varılan karar kesindi.Resimlerin karşısında dua etmek ,resimleri öpmek ,resimlerden bir şey beklemek ,puta tapıcılıktan başka bir şey değildi.' Andronikos değişmesi beklenen düzene karşı geliyordu Filistin'de çarmıha gerilen kişiyle aynı yaştaydı,değişen inanç sistemiyle başa çıkamayacağını bildiği için kaçıyordu.Artık Konstantinapolis'de yaşayamazdı.Yıllarca inancına bağlı yaptığı ritüellere karşı bir baskı sistemi oluşuyordu ne yapmalıydı zorla benimsetmek istenilen inanç doğrultusunda Andronikos kaçıyordu ,kürek şişiriyordu ellerini ,o kaçıyordu.

Bu şehir artık ne kesiş Andronikos'un ne Arap yaşlı kadının ,ne de Makber şarkısını gür sesiyle söyleyen Hamiyet Yüceses'in şehri.

'Barbarların İstilası 'adındaki filmde hastalıktan dolayı ölüm döşeğinde olan sosyalist bir akademisyenin dedikleri kulağımda 'Amerika kıtasında İspanyol ve İngiliz hakim güçlerin katlettiği yerli sayısı 1.ve 2.dünya savaşında ölen insan toplamından daha fazla bu kıta Amerika kıtası barbarların istilasına uğramıştır. Bunu İstanbul'a uyarlağımda diyebilirim ki bu şehrin

30-40 yıldır maruz kaldığı katliam şehre ne Latin orduları tarafından ne Bizans tarafından ne de Osmanlı ordusu tarafından verilmemiştir.1.,2.ve 3.taşralı barbar saldırıları diye hiçbir zaman tarih kitaplarında yer almayacak ama saldırı sürmeye devam edecek.

Saldırıların herkes nasıl gerçekleştiğini biliyor,anlatmamıza hiç gerek yok.Saldırılar tüm yoğunluğuyla devam ederken göç yolları bakmaya başlayacağız bu şehirden ,şehrin tinerci çocuk kılığına girmiş hayaletleri kovalayacak belki bizi,belki sonradan görme para babaları,şehrin CEO'ları icradan alacak ölüm için sakladığımız kefenleri,Arbeit Macht Frei *diyecek badem bıyıklı müritler ,hepsi Hitler'e metiye düzecek ve bir bildiği varmış bu adamın derken onlar ,sen tarih boyunca göç eden yahudiler misali kaçacaksın arkana bile bakmadan kaçacaksın İstanbul'dan ,vaat edilen toprakları arayacaksın artık olmayan.

*Almanca çalışmak insanı özgürleştirir ,Yahudi toplama kamplarının kapılarında Almanlar tarafından yazılmıştır.
Fotoğraflar Nuri Bilge Ceylan albümünden

18 Ocak 2009 Pazar

Woody Allen 'Vicky Christina Barselona'


'Matchpoint' ve 'Cassandra's Dreams' filmlerinden sonra katlanılması zor bir Woody Allen filmi.Matchpoint'de hayatta varolan rastlantılar,şanslar,kısacası hayat ve ölüm vardı,maddi hayatın ağırlığı aşkı eziyor , raslantıların hayatta ne kadar önemli olduğu anlatılıyordu,modern bir Habil Kabil hikayesi olan Cassandra'nın Rüyasında ise para hırsının birbirini seven iki kardeşi ne hale getirdiği anlatılıyordu.Bu filmde konu aşk , mekan ise finansal piyasaların merkezi Londra değil, aşıkların cenneti Barselona.İçinde kıskançlık barındırmayan aşklar mevcut,kararsızlıklar mevcut ,dedikodular var ,her Woody allen filminde olduğu gibi.Aşkın acısız halleri mevcut,herkes sonunda bir şekilde karar veriyor,aşklar Amerikan tarzı bitiyor (bu iş olmuyor diyerek ) veya İspanyol tarzı (bıçaklanarak) bitmiyor,Akdeniz'de aşk bitmiyor ,ölüm başlıyor.

İspanya'nın en güzel mimarisinin yer aldığı Barselona 'da yaşanan 3 kadın ve bir erkek aşkı filmin ana konusu,çapkın ressam rolündeki Javier Bardem'e aşk yakışmamış üzerinde iğreti duruyor ,kadın oyunculardan Vicky'yi oynayan Rebecca Hall'ı çok beğendim 26 yaşındaki aktris hem güzel hemde iyi bir oyunculuk sergiliyor.Scarlet ve Penelope vasat bir oyunculuk sergiliyorlar,sanki film bitsede başka film çevirsem havasında bir Scarlet ve Penelope var,zaten bu Penelope Cruz'un oyunculuğunu anlamış değilim,Hollywood bakıyor İspanyol karakter lazım filmde erkekse Antonio Banderas,Benicio Del Toro veya Javier Bardem kadında Penelope Cruz oynasın deniyor.Coen Kardeşler'in 'Yaşlılara Yer Yok' filmindeki bol ödüllü oyunculuktan sonra bu film Javier Brdem'e hiç yakışmamış adamda aşık tipi yok,rol için yakışıklı adsız bir İspanyol oynasa bence daha iyi olurdu.Almadovar'ın İspanya'sında karmaşık karakterler yerine basit Amerikalılar var,İspanyol Penelope Cruz sanatçı bir kimlikte fakat bu kimliği Amerikalılar'ın yanında sürekli İngilizce konuşması istemiyle sönüyor,bir türlü ortaya çıkamıyor.


Woody Allen'in bu filminde felsefik kaygılar yok ,aşıklar var,ne istediğini bilemeyen ya da neyi istemediğini çok iyi bilen aşıklar.Birde tabi ki Amerikan rüyasına devam eden başarılı ,zengin,bir o kadar da yapmacık Amerikan erkeklerinin ne kadar aşkdan,romantizmden uzak oldukları aksine Avrupalı erkeklerin hala romantizmden anladıkları ,aşk için yaşadıkları ve kadına değer verdiklerini anlıyoruz.Bazen ikili bazen üçlü aşk her zaman var ve bence en güzel tarafı aşkın hala varolduğu gerçeği,aşk var ve bir yerlerde bizi beklediği inancı en güzeli olsa gerek.


Film vasat bir film Akademi'nin Annie Hall gibi bir başyapıttan sonra bu filme ödül vereceklerini zannetmiyorum,Woody'nin de çok umrunda olmasa gerek.


Woody Allen filmlerini artık Amerika'da çekmiyor bence Amerikalılardan çok sıkılmış Roman Polanski gibi zoraki olmasa da Amerika'dan ayrıldı ve bence filmlerini artık Avrupa şehirlerinde çekecek,İstanbul'a sıra gelir mi? Bu filme 5 üzerinden 3 yıldız veriyorum,1 yıldız Woody'e,1 yıldız Barselona'ya bir yıldız da Rebecca Hall'e.